28 Ekim 2009 Çarşamba

GENEL EKONOMİ-EKONOMİ BİLİMİ

 

GENEL EKONOMİ-EKONOMİ BİLİMİ

Ekonomi bir bilim dalı olarak, kaynakların sınırlı, buna karşılık insanoğlunun ihtiyaçlarının sonsuz olması nedeniyle, çeşitli sorulara yanıt arayan bir bilim dalı olarak ortaya çıkmış ve gelişme göstermiştir. Ekonomi Bilimi, bu yönüyle kısıtlı kaynaklar ile hangi malın, kimin için, ne miktarda üretileceği ve kimler tarafından tüketileceği sorularına ve fiyatın oluşum mekanizmasını algılamaya çalışan bir bilim dalıdır. Ekonomi Bilimi çeşitli sorulara yönelik cevapları Mikro ve Makro İktisat (Ekonomi) başlıkları altında aramaktadır. Ekonominin mikro üniteleri olarak tüketicilerin ve firmaların ekonomik davranışlarını, ihtiyaç, fayda, değer ve fiyat kavramlarının tanımlarını gerçekleştiren Mikro Ekonomi, piyasa türlerini, piyasaların işleyiş mekanizmasını ve farklı piyasa koşullarında firma dengesinin nasıl oluştuğunu da araştırmaktadır. Makro Ekonomi alanı ise, ülke ekonomisi ve dünya ekonomisini ilgilendiren konu başlıklarını inceleyen bir ana alt daldır. İstihdam, büyüme, enflasyon, kamu dengesi, dış ticaret, ödemeler dengesi gibi konu başlıkları makro ekonominin ilgi alanına girer.

EKONOMİ BİLİMİ

MİKRO EKONOMİ (Fiyat Teorisi)

Ekonominin Mikro Ünitelerini Ele Alır.
1. Tüketiciler: Gerçek ve Tüzel Kişiler
2. Tedarikçiler: Üretici ve İthalatçı Firmalar
3. Piyasa: Üretici ve Tüketicilerin Bir Araya Geldiği Ortam

MAKRO EKONOMİ

Ekonominin Makro Üniteleriyle, yani Ülke ve Dünya Ekonomisiyle İlgilenir.

1. Ekonomik Büyüme ve Kalkınma
2. Ekonomi Politikaları
3. Para Teorisi
4.Uluslararası Ekonomik İlişkiler

Mikro ekonominin alt dalının amacı, tüketiciler ile üretici ve ithalatçı firmaların, yani tedarikçilerin doğru ekonomik davranışlarını anlamaya çalışmaktır. Yani, tüketicilerin ekonomik davranışlarını veya kararlarını etkileyen değişkenler nelerdir? Keza, tedarikçilerin ekonomik kararlarını neye göre belirledikleri, üretimle ve ithalatla ilgili kararlarını nasıl aldıkları, firmaların kaç adet malı üretmesi gerektiği, ne kadarını piyasaya sürmeleri gerektiği de önemlidir. Ayrıca, gerek tüketicilerin, gerekse de tedarikçilerin malın piyasa fiyatının belirlenmesindeki rolleri de incelenen diğer bir başlıktır. Son olarak, tüketicilerin ve firmaların farklı piyasa koşullarında nasıl farklı davranışlar gösterdikleri, tüketicilerin ve tedarikçilerin farklı davranışlarının malın piyasa fiyatını nasıl değiştirdiği mikro ekonominin alanına girer. Bu boyutuyla bakıldığında, mikro ekonominin önemi, malın piyasa fiyatının nasıl belirlendiğini araştıran bir alt dal olmasıdır. Sözün özü, piyasa farklılaştıkça, malın piyasa fiyatı da değişmektedir.

Makro ekonomi alanı ise, ekonominin makro üniteleriyle ilgilenir. 1929 Ekonomik Buhranı’na kadar ekonomi biliminde bilim adamları, mikro ekonomi alanına yönelik başlıklara ağırlık vermişlerdir. Fakat 1929 Ekonomik Buhranı dünya ekonomisinde işsizlik, deflasyon ve ekonomik daralmaya yol açınca, mikro ekonomi alanına yönelik konular göreceli olarak önemini kaybetmiş ve işsizlik, gelir dağılımı, ekonomik büyüme gibi konular öne çıkmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde, pek çok eski sömürge ülkesinin siyasi bağımsızlıklarını kazanması ve ekonomik bağımsızlık mücadelesinin başlaması, 1970’li yıllardaki petrol krizleri, gelir dağılımı sorunları, küresel yoksulluk benzeri konu başlıkları, makro ekonomi alanındaki çalışmaların daha yoğunluk kazanmasına neden oluşturmuşlardır.

Dünya Ekonomisinin Tarihsel Gelişimi


Ekonomi bilimi, 16. Yüzyıl’dan itibaren Merkantilizm, Fizyokrasi felsefesinin etkisi ve 18. Yüzyıla damgasını vuran Klasik Okulun katkılarına rağmen, esas olarak Neo-Klasik Akım veya Okul ile bugünkü bilimsel çerçevesini kazanmıştır. Merkantilizm, devletçi bir felsefe okulu iken, Fizyokrasi Okulu ve Klasik Okulun daha liberal görüşleri savundukları ifade edilebilir. Nitekim, söz konusu okulların veya akımların oluşturduğu felfsefi alt yapıyı, Neoklasik Okul metamatik bilimi ile buluşturmuş ve varsayımlar cebirsel ve geometriksel bir özellik kazanmıştır. Bugünkü modern ekonominin temellerinin 16. Yüzyıl’dan itibaren atıldığın ifade etsek de, insanoğlunun uygarlık yaşamı içerisinde ekonomik konularla tanışıklığı M.Ö. 5000’li yıllara kadar uzanmaktadır. İnsanoğlu, tarıma dayalı yerleşik toplum düzenine geçtiğinden itibaren, ilkel kavim yaşantısı içerisinde dahi, temel ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik olarak çeşitli malları temin etme mücadelesine girişmiş ve bir mübadele sistemi oluşturmuştur. İlkel kavim yaşantısı içerisinde ihtiyaçların karşılanmasına yönelik olarak, trampa ekonomisi dediğimiz malın malla takas edildiği bir mübadele şekline bağlı olarak, insanoğlu ihtiyacı olan çeşitli malları temin etmeye çalışmıştır.

M.Ö. 3000’li yıllara geldiğimizde ise, uygarlık yaşamındaki ve insanoğlunun zekasındaki gelişmeye bağlı olarak, bazı kavramların sorgulandığını ve trampa ekonomisi denilen takasa dayalı mübadele sisteminin yeterli gelmediği görülmektedir. Bu nedenle, insanoğlunun ekonomi ile bağlantılı olarak M.Ö. 3000’li yıllarda ilk tanıştığı kavramlar, ihtiyaç, fayda, değer ve fiyat kavramları olarak tarif edilebilir. Yani, insanoğlu artık ‘fiyata dayalı bir mübadele sistemi’ni oluşturmanın eşiğindedir. O halde, insanoğlunun beşbin yıla yakın bir süredir fiyata dayalı bir mübadele sistemi kullandığı ifade edilebilir. Bu nedenle, fiyata dayalı mübadele sisteminin ana kurgusunun, döngüsünün ihtiyaç, ihtiyacı karşılayan mal veya hizmet, ihtiyacın karşılanması ölçüsünde elde edilen fayda, faydaya dayalı mal ve hizmet değeri ve değere bağlı bir fiyatlandırma olduğu vurgulanabilir. Dolayısı ile, dünya ekonomisinin gelişimine ışık tutan kilometre taşlarını irdelemek ve ardından söz konusu kavramların anlamını tek tek ele almak yerinde olacaktır.

Dünya ekonomisin tarihsel gelişmi açısından, ‘Küresel Rekabet’ olarak ifade edilen kavramın gelişim sürecine bakıldığında, 15. yüzyılın ikinci yarısından, 16. yüzyılın ilk yarısına kadar uzanan bir dönemi başlangıç noktası olarak ele almak yanlış olmayacaktır. Avrupa Devletleri arasındaki liderlik mücadelesi ve bu mücadelenin tetiklediği ticaret savaşları, aynı malı daha ucuza üretebilen ekonominin rekabette öne çıkmasına dayalıdır. Bu rekabet, hammadde ve işgücü maliyetlerini minimize etmek adına, sömürgeciliği ve köleliği kurumsallaştıran bir süreci de beraberinde getirmiştir. Bu döneme damgasını vuran Merkantilizm felsefesi, her devlete, elde ettiği ticari avantajları ve gerçekleştirdiği ihracat neticesinde elde ettiği altınlarla zenginleşen hazinesini korumak adına daha güçlü bir ordu ve donanmayı da önermektedir.

Söz konusu rekabet sürecinde, bir devletin ‘bölgesel lider’ olabilmesinin temel kuralı, ‘Ekonomik Güç’, ‘Askeri Güç’ ve ‘Siyasi Güç’ eş zamanlı ve eş ölçüde bir araya getirebilmesiydi. Bu üç temel güç unsurunu bir araya getirmeye çalışan Britanya, Fransa, İspanya ve Portekiz arasında önemli bir rekabet mücadelesi gözlendi. Osmanlı İmparatorluğu, bu rekabet sürecinde, okyanusa kıyısı olmayan devlet olma dezavantajı ile, yarıştan çekilmek durumunda kaldı. Zaman içerisinde, sömürgelerinin coğrafik dağılımını çeşitlendiremeyen İspanya ve Portekiz de bu mücadeleden çekilmek durumunda kaldılar ve 19. Yüzyılın başından itibaren ‘Bölgesel Rekabet’ mücadelesi, ‘Küresel Rekabet’ mücadelesine dönüşürken, masanın etrafından oturan ülkeler Britanya, Fransa, Almanya, ABD ve Japonya olarak tanımlanmaktaydı. Tam bir yüzyıl sonra, ABD’nin masanın başına geçeceği ve diğer ülkelerin onun himayesinde ‘kapitalizmin paylaşımında’ masanın etrafında yer alacağı tahmin dahi edilemezdi. Bu noktada, ‘Küresel Rekabet’in ilk önemli aktörü olan Britanya İmparatorluğu, ‘Üzerinde Güneş Batmayan İmparatorluk’ unvanını ancak 80 yıl koruyabilmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nın Avrupa bacağı tamamlanırken, Britanya Kapitalist Sistem’in liderliğini ABD’ye devretmiştir.

1750’lerden itibaren hız kazanan ve 19. Yüzyıl’da ‘buhar gücü’nün devreye girmesi ile birlikte, kütlesel üretimle tanışan sanayileşme süreci, dünyanın gelişmiş ülkelerinde bankacılık sektörünün gelişimine de katkı sağladı. Aynı dönemde, sanayileşme sürecinin gerisinde kalan Osmanlı Devleti, imparatorluk bütçesinin açıklarını kapatmak amacıyla dış borçlanmaya hız vermiştir. Genç Cumhuriyet ise, ekonomik bağımsızlığını kazanma adına, bir yandan sanayileşmesine hız vermiştir; bir yandan da kendi merkez bankasını oluşturmayı bilmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nın bitimiyle birlikte, sanayileşme sürecini önemli ölçüde üstlenmiş olan devlet, özel sektörün önünü açacak hamlelere ağırlık vermiştir. Türkiye’nin öteden beri en temel zafiyeti olan ‘sermaye yetersizliği’ne rağmen, özel sektör sanayileşme sürecinde üzerine düşen görevi yerine getirme becerisini gösterebilmiştir.

Bu noktada, Türk ekonomisinin 1980’li yıllardan bu yana süregelen ‘liberalleşme’ dönemi çerçevesinde, ithal ikamesi dönemin etkilerini geride bırakarak, dünya ekonomisinde ürünleri ile söz sahibi olma mücadelesi verdiği bir gerçektir. 1980’li yılların başında yıllık bazda 3 milyar doları dahi zor bulan bir ihracat hacminin, 2006 yılı sonu itibariyle 82 milyar dolara ulaşacak olması, Türk ekonomisinin bu süreci, kendisine sunulan ‘imkanlar’ ölçüsünde iyi değerlendirdiğini göstermektedir. Bu noktada, 2000 yılında 27 milyar dolar seviyesindeki Türkiye’nin ihracat hacminin, 2006 yılı sonunda 3’e katlanmış olacağı da unutulmamalıdır. Bu hacimsel genişleme de, nitekim Türkiye’nin 2000’li yıllarda dünya ekonomisinde artan önemini tescil etmektedir. Aynı süreç içerisinde, Çin’in dünya ekonomisindeki rolü, Hindistan’ın konumu dikkate alındığında, her iki ülkenin 1995’de dünya mal ve hizmet üretiminin sadece % 5’ini gerçekleştiren iki ekonomi iken, söz konusu paylarını 2005 yılı sonunda ikiye katlamış oldukları da unutulmamalıdır. Üstelik, her iki ülkenin büyüme ve üretim performansının bugünkü tempoyla devam etmesi halinde, 2020 yılına doğru Çin ve Hindistan’ın dünya mal ve hizmet üretimindeki paylarının % 20’ye çıkacağı da öngörülmektedir.

Sonuç olarak, 16. Yüzyıl’dan 20. Yüzyılın sonuna kadar ‘hammadde’ boyutunda gözlenen rekabet, 21. Yüzyıl’da ‘işgücü’ ve ‘teknolojik beceri’ rekabetine dönüşmektedir. Yani, kalifiye ve ucuz işgücünü temin edebilen ve teknoloji üretebilen ekonomiler, küresel rekabette belirleyici ülke olma özelliğini kazanmış olacaklardır. Bu nedenle, Türkiye’nin de teknoloji ve marka üreten, dünya ekonomisinde trendleri belirleyen, yerel, bölgesel ve küresel talebin beklentilerini iyi okuyan ve söz konusu beklentilere en uygun malı üretebilen bir ekonomi olması gerekmektedir. Türkiye’nin böyle bir sürece hazırlanması adına, doğru bir sanayileşme, enerji, teknoloji, istihdam ve eğitim stratejisi veya politikası oluşturması gereklidir ve AB’ye tam üyelik süreci bu yönüyle iyi değerlendirilebilir ve Türkiye’yi küresel ekonominin önemli bir aktörü yapabilir.

İKTİSADİ SİSTEM

Toplumu oluşturan bireylerin yetenekleri ve aldıkları eğitim ölçüsünde mal ve hizmet üretiminde görev almaları sonucunda oluşan sosyal organizasyona İktisadi Sistem (Ekonomik Sistem) denilmektedir. Bugüne kadar uygulanabilmiş veya uygulaması süren 2 ekonomik sistem, Kapitalist ve Kollektivist Ekonomik Sistem’lerdir. İlkinde makine ve teçhizatın mülkiyeti sermaye sınıfında, ikincisinde mülkiyet işçi sınıfındadır.

İktisadi sistem, ulusal ekonomide ihtiyaçlar ile üretim arasında dengeyi en etkin şekilde sağladığı savunulan bir mekanizmanın bütünüdür. İktisadi sistemleri kapalı ekonomi sistemleri ve mübadele ekonomisi sistemleri olarak da iki grupta toplamak olanaklıdır.

Kapalı ekonomi sisteminde üreticiler yalnız kendi gereksinimleri için üretimde bulunurlar. Gereksinimler basit olduğundan üretim tekniği de ilkeldir. Mübadele ekonomisi sistemlerinde ise, her birey kendi gereksinmesinden çoğunu üretip bu fazlayı, diğer gereksinmelerini karşılamak için ihtiyaç duyduğu, ama üretemediği mallarla mübadele eder. Bu sonucu yaratan, iş bölüşümü ve uzmanlaşmadır.

İhtiyaç

İhtiyaç, karşılanmadığı zaman acı ve üzüntü, karşılandığında ise mutluluk (haz) veren bir duygudur. İnsanın hayatta kalabilmesi için mutlaka karşılanması gereken ihtiyaçlara (soluma, gıda, giyinme, barınma, savunma vb.) “hayati”; “biyolojik” veya zorunlu ihtiyaçlar, bu kapsama girmeyenlere ise kültürel ve sosyal ihtiyaçlar adı verilir. Bu süreç, İhtiyaçlar Hiyerarşisi veya İhtiyaçlar Piramidi ile açıklanmaya çalışılmıştır. Piramidin tabanında, zorunlu, piramidin orta bölümünde kültürel ve piramidin tepesinde sosyal ihtiyaçlar yer almaktadır.

FAYDA

Mal veya hizmetlerin herhengi bir ihtiyacı giderebilme yeteneği veya derecesidir. Tüketici herhangi bir malı kullandığında bundan bir tatmin elde eder. Tüketicinin elde ettiği bu tatmine “fayda” diyoruz. Örneğin, vücudumuzun temel ihtiyaçlarını karşılama özelliğine sahip olan su faydalıdır. Fayda bir başka açıdan, herhangi bir mal ve hizmetin, taşıdığı özelliklere bağlı olarak, herhangi bir ihtiyacı giderebilme yeteneği ise, her tüketicinin aynı maldan elde ettiği fayda farklılık gösterebilir.

DEĞER

Mal ve hizmetlere verilen öneme “değer” denir. Birey ve/veya toplum, bir mal veya hizmetin değerini, o mal ve hizmetin sağladığı fayda, o mal veya hizmetin yeryüzünde bol veya kıt olması ve o mal ve hizmetin kalitesine bağlı olarak tayin eder. Eğer, bir malın değeri salt sağladığı fayda ile ölçülebiliyor olsa idi, suyun elmasdan daha değerli olması gerekirdi. Ancak, insanoğlu bir malın değerini belirlerken, bir mal ve hizmete tüketiciler ne kadar sınırlı ölçüde ulaşabiliyor ise, o ölçüde değer vermektedir. Yani, insanoğlunun bencil olması, sınırlı sayıda mal veya hizmete daha yüksek bir değer biçilmesine neden oluşturmaktadır. Dolayısı ile, malın sağladığı fayda, malın bol veya kıt olması ve malın kalitesi, yani üç farklı unsurun birleşimi malın değerinin belirlenmesini sağlamaktadır. Bir kez mal ve hizmetlerin değerini belirledikten sonra, ortak değer ölçüsü ile mal veya hizmetin değerini fiyata dönüştürmek artık kolay bir adım olmaktadır. Nitekim, insanoğlu tarımsal ürünleri, nesneleri, sonrasında altın ve gümüş parayı, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ise kağıt ve madeni parayı ulusal ekonomilerde ortak değer ölçüsü olarak kullanarak, onbinlerce mal ve hizmetin bireyler ve toplum tarafından belirlenmiş değerini fiyata dönüştürebilmektedir. Onbinlerce mal ve hizmetin fiyatından oluşan genel topluluğa ise Fiyatlar Genel Seviyesi veya Fiyatlar Genel Düzeyi denmektedir.

FİYAT

Bir mal veya hizmetin değerinin parasal ifadesine 'fiyat' denilmektedir. Herhangi bir mal veya hizmetin değeri, o ekonomide geçerli olan ortak değer ölçüsü ile parasallaştırılarak fiyata dönüştürülür. Bu ortak değer ölçüsünün mutlaka bugünkü anlamda kağıt ve madeni para olması şart değildir. İlkel kavim yaşantısında para niyetine kullanılmış tarımsal ürünler, metal parçaları, kolyeler ve altın ve gümüş para da ortak değer ölçüsü olarak değerlendirilmelidir ve kullanılmışlardır. Bir ulusal ekonomide, onbinlerce mal ve hizmetin değeri ortak değer ölçüsü ile fiyata dönüştürüldükten sonra, ortaya çıkan fiyat topluluğuna fiyatlar genel seviyesi veya fiyatlar genel düzeyi denmektedir. Fiyat istikrarı, bir ulusal ekonomi için vazgeçilmez bir unsurdur. Merkez Bankası'nın asli fonksiyonu fiyat istikrarını sağlamaktır. Günümüzde, sıfıra yakın oranlarda, yani yıllık bazda % 1'lik, % 2'lik enflasyona sahip gelişmiş ekonomiler, göreceli olarak fiyat istikrarına sahip ülkeler olarak kabul görmektedir. Nitekim AB kriterine göre yıllık enflasyon oranı tavanı, en düşük enflasyon oranına sahip 3 AB ülkesinin ortalama enflasyon oranına 1,5 puanın eklenmesi ile bulunur ki, bu oranın 2002 yılı için geçerli olan değeri % 2,7’dir.

Herhangi bir mal veya hizmetin piyasa fiyatı, tüketici düzeyinde malın sağladığı fayda, yeryüzünde bol veya kıt olması ve kalitesine bağlı olarak şekillenirken, üretici veya ithalatçı firma düzeyinde aynı piyasa fiyatı malın üretimi veya ithalatı esnasında katlanılan maliyetler, firma karı ve dolaylı vergilerin eklenmesi ile şekillenmektedir.

Üretici ve İthalatçı Cephesi------------------------------------Tüketici Cephesi

Maliyetler+Kar+Dolaylı Vergiler = Malın Piyasa Fiyatı = Malın Faydası+Bol veya Kıt Olması+ Kalitesi

Bu nedenle, günümüzün modern ekonomilerinde, firmalar reklâm mecrasını kullanarak, medya aracılığı ile ürünün piyasa fiyatını tüketiciye kabul ettirme, tüketicinin söz konusu fiyatı ilgili ürün için ödemeyi kabul etmesine çalışırlarken, bir yanda da malın üretim maliyetini aşağıya çekebilmek için, üretimlerini Çin gibi ucuz üretim maliyeti avantajı olan ülkelere kaydırmaktalar.

ENFLASYON VE DEFLÂSYON

Bir ulusal ekonomide, fiyatlar genel seviyesinin veya düzeyinin düzenli ve sürekli olarak artması veya yükselmesi sürecine enflasyon denir. Enflasyon, Latince Inflatio; yani şişkinlik kelimesinden türetilerek oluşturulmuş bir kavramdır. Mal ve hizmetlerin fiyatlarını temsil eden fiyatlar genel seviyesindeki düzenli ve sürekli azalma veya düşüş ise deflasyon olarak adlandırılır. Örneğin, Japonya son 7 yıldır deflasyon sorunu yaşamaktadır. Bir ulusal ekonominin enflasyon veya deflasyon tehdidinde olup olmadığı, oluşturulan fiyat indeksleri ile hesap edilir. Türkiye'de bu hesaplama, Tüketici Fiyatları İndeksi TÜFE ve Toptan Eşya Fiyatları İndeksi TEFE kullanılarak hesap edilmektedir.

DEVALÜASYON VE REVALÜASYON


Bir ülkenin para biriminin ulusal sınırlar içerisinde enflasyon nedeniyle değer yitirmesi sonucu, ülkenin para biriminin değerinin yabancı paralar karşısında değerinin ayarlanması ve bu nedenle ülkenin yerel para birimi cinsinden döviz kurlarının değer kazanması sürecine devalüasyon, ülkenin para birimi değer kazandığında, yabancı paralarının döviz kuru cinsinden değer yitirmesi sürecine de revalüasyon denmektedir. Devalüasyon ve revalüasyon, yanı ülkenin para biriminin diğer ülke paraları cinsinden değerinin dalgalanması, o ülkenin rekabet durumunu derinden etkilemektedir. Bir ülkenin para biriminin yabancı paralar karşısındaki değeri Merkez Bankası müdahalesi ile korunuyor ise gerçekçi bir kurdan söz etmek zordur. Merkez Bankalarının uyguladığı farklı döviz kuru politikalarının bu anlamda etkileri görülmektedir. Para biriminin yabancı paralara veya altına dönüştürülmesine yönelik kısıtlamalar ise bir başka sorundur. Buna karşılık, para birimi, diğer paralar ve altına serbestçe dönüştürebiliyor ise, bu duruma Konvertibilite denir.

FİYAT TEORİSİ

Fiyat herhangi bir malın mübadele veya değiş tokuş değeridir. Uygarlık tarihi boyunca insanoğlu malların ve hizmetlerin değerlerinin kökenlerini ve değerlerinin birbirlerinden farklı oluşlarının nedenlerini merak etmişlerdir. Fiyat teorisi de, mal ve hizmet fiyatlarının nasıl oluştuğunun analiz edilmesidir.

TÜKETİCİ DENGESİ

Tüketicinin mal ve hizmetleri kullanarak fayda sağladığını biliyoruz. Tüketicinin amacı ise, belli şartlar altında ulaşabileceği en yüksek faydaya ulaşmaktır. Bu amaca ulaştığında tüketici dengededir. Bu durumda tüketici dengesi; tüketicinin belli şartlarda en yüksek tatmini elde ettiği durumdur. Tüketici Dengesi açısından iki önemli kavram, Kayıtsızlık Eğrileri ve Bütçe Doğrusu kavramlarıdır.

Kayıtsızlık Eğrileri’nin Temel Özellikleri ve Bütçe Doğrusu

Kayıtsızlık Eğrileri’nin temel özellikleri dikkate alındığında;
1. Kayıtsızlık eğrileri orijine dış bükey eğrilerdir.
2. Kayıtsızlık Eğrileri birbirlerini kesmeden sonsuza doğru giderler.
3. Aynı kayıtsızlık eğrisi üzerinde (E1) olmamız koşuluyla, farklı X ve Y malı tüketim miktarlarını temsil eden farklı kombinasyon noktaları (A,B,C), aynı maksimum toplam faydayı sağlar. Aynı kayıtsızlık eğrisinden yararlanan farklı tüketicilerden birisi, şahsi tercihleriyle A noktasındayken, 2. tüketici B noktasını, 3. tüketici ise C noktasını tercih edebilir. Her 3 tüketicinin de tercihleri farklı olsa da kendi tüketici dengelerini aynı eğri üzerinde arıyorlarsa, her 3 tüketici de aynı maksimum toplam faydayı elde eder.
4. Her kayıtsızlık eğrisi, bir soldaki kayıtsızlık eğrisine göre daha yüksek bir maksimum toplam faydayı, bir sağdaki kayıtsızlık eğrisine göre ise daha düşük bir maksimum toplam faydayı temsil eder. (TFE3 > TFE2 > TFE1)
Hangi kayıtsızlık eğrisinin tüketici için doğru eğri olduğunu ise, Bütçe Doğrusu ile ilgili kayıtsızlık eğrisinin kesiştiği noktaya bakarak anlayabiliriz.

Bütçe Doğrusu ise; en basit ifadesiyle bir tüketicinin cebinde sınırlı geliri, bütçesini, satın alma gücünü temsil eder. Bütçe doğrusu; gelirin tamamının harcanması durumunda, X ve Y mallarından alınabilecek miktarlar bileşimini gösterir. A Noktası, cebimizdeki sınırlı gelirle X Malı’ndan alınabilecek maksimum miktarı, B Noktası ise yine aynı şekilde Y Malı’ndan alınabilecek maksimum miktarı temsil eder. Bütçe Doğrusu’nun sağa kaymasının nedeni, tüketicinin gelirinin artması veya X ve Y Malı’nın fiyatının gerilemesi, yani deflasyon etkisidir. Sola kaymanın nedeni ise tüketicinin gelirinin gerilemesi veya enflasyon olarak özetlenebilir.

A ve B noktaları arasındaki Bütçe Doğrusu’nun, tüketicinin 1000 YTL’lik sınırlı gelirini gösterdiğini kabul edersek; A-B bütçe doğrusu ile E2 kayıtsızlık eğrisinin teğet olduğu E denge noktası Tüketici Dengesi olarak adlandırılır. E Tüketici Dengesi Noktası, tüketicinin cebindeki sınırlı geliri aşmadan, X Malı’ndan X0 ve Y Malı’ndan Y0 adet tüketerek maksimum toplam faydayı sağlamasıdır. Her tüketicinin amacı elindeki sınırlı gelirinin tümünü kullanarak maksimum toplam faydayı sağlamak olduğundan, tüketici E Noktası’nda dengeye gelir. Ancak, tüketicinin gelirindeki bir azalma veya malların fiyatlarındaki yükselme nedeniyle Bütçe Doğrusu’nun sola kayması, azalan gelirin A1B1 Bütçe Doğrusu ile temsil edilmesine neden olur. Böylece tüketici, yeni gelirine veya yeni mal fiyatına göre tekrar dengesini kurar ve E1 noktasında dengeye gelir.

PİYASA DENGESİ

Piyasa dengesi, bir malın talep edilen miktarının arz edilen miktarına eşit olması durumudur. Piyasanın dengede olması için satıcıların satmak istedikleri veya satmayı planladıkları, miktarın fiilen sattıkları miktara ve alıcıların satın almak istedikleri veya satın almayı planladıkları miktarın, fiilen satın aldıkları miktara eşit olması gerekir. E Noktası’ndaki Piyasa Dengesi’ne karşılık gelen fiyata Piyasa Denge Fiyatı, miktara ise Piyasa Denge Miktarı denir ki, Q0 noktasında arz (S) ve talep (D) miktarı birbirine eşit olacaktır. Malın piyasa fiyatına (P) dayalı olarak piyasa dengisinin oluşabilmesi için, malın piyasa fiyatı (P) dışında kalan, arz ve talep fonksiyonunda yer alan; yani arz ve talep miktarını etkileyen bağımsız değişkenlerin sabit kabul edilmesi gerekir. Bu durum, Ceteris Paribus ilkesi ile açıklanır.

PİYASA EKONOMİSİ


Üreticilerin ve tüketicilerin, arz ve talep koşullarına bağlı olarak aldıkları ekonomik kararlara uygun kaynak dağılımının gerçekleştiği ve Kamu’nun payının minimum olduğu bir yapıdır. Neoklasik ve Neoliberal Okulun hararetle savunduğu bir ekonomik yapıdır.

FİRMA MALİYETLERİ


Firmalar mal ve hizmet üretimi esnasında toplam sabit maliyetlere ve toplam değişken maliyetlere katlanırlar. Her ikisinin toplamı firmanın Toplam Maliyeti’ni verir. Toplam sabit maliyet, üretim olsun veya olmasın firmanın katlanmak zorunda olduğu maliyetlerdir. Bu nedenle, dikey eksende bir değer noktasından başlayarak, Q üretim miktarı yatay eksenine paralel olarak hareket eden bir doğruyla temsil edilir. Birim sabit maliyet ise, üretim arttıkça değişen ve azalan bir doğrudur. Yani, üretilen birim arttıkça, üretilen mal başına birim sabit maliyet azalır.

Toplam değişken maliyet ise, üretim oldukça ortaya çıkan bir maliyettir ve bu nedenle sıfır orijininden başlar. Birim değişken maliyet ise, üretimin belirli bir aşamasına kadar sabit bir değer olarak giden, belirli bir aşama geçildikten sonra küçük bir sıçrama ile yine sabit bir değer olarak devam eden ve adeta merdiven şeklindeki yükselen bir doğruyla temsil edilir.

FİRMA DENGESİ

Kar, belli bir miktar ürünün satışından elde edilen para veya satış hâsılatı ile o miktar ürünün maliyeti arasındaki farktır. Karlılık, işletme sermayesinin erimemesi için mutlaka ulaşılması gereken bir değerdir. Firmanın amacı karın maksimize edilmesidir. Kronik enflasyonun geçerli olduğu ülkelerde ise yalnızca kar etmek yeterli değildir, aynı zamanda enflasyonun üzerinde bir kar gerekli ve zorunludur. Firmanın karının maksimum olmasının ilk şartı, Marjinal Maliyet’in (MM) Marjinal Gelir’e (MG) eşit olmasıdır. Bu koşul, özelliği ne olursa olsun, tüm piyasa türleri için geçerlidir. İkinci şart ise, bu eşitliğin sağlandığı yerde Marjinal Maliyet Eğrisi’nin yükselen bir eğri olmasıdır. Bu koşul da tüm piyasa türleri için geçerlidir.

Firma maliyetleri, hammadde, işgücü, makine-teçhizat, enerji ve finansman maliyetlerinin birleşiminden oluşur. Üretim Faktörleri’nin elde edildiği piyasa koşulları, firmanın ürününü satarken katlandığı reklam ve pazarlama maliyetleri, toplam ve dolayısı ile marjinal maliyet değerini doğrudan etkiler. Ancak, malın satıldığı piyasanın türü, yani piyasanın rekabet veya eksik rekabet piyasası olması marjinal maliyet değerlerini doğrudan etkilemez. Mal ve hizmetin satıldığı piyasa türü ise firma gelirlerini, yani hem toplam geliri, hem ortalama geliri, hem de marjinal geliri etkiler. Tam Rekabet Piyasası’nda satılan her mal veya hizmetin firmaya sağladığı Marjinal Gelir ve Ortalama Gelir, Tam Rekabet Piyasası’nın özellikleri gereği hem birbirine eşit; hem de malın piyasa denge fiyatı olan Po’a eşittir. Bu nedenle, marjinal gelir ve ortalama geliri temsil eden geometriksel şekil Po noktasından başlayıp, Q miktar yatay eksene paralel hareket eden bir doğrudur. Toplam Gelir ise Marjinal Gelir’e eşit olan Po değerinin satılan miktar miktarı ile (Q) çarpılması ile bulunur. Dolayısı ile, Toplam Gelir değerlerini temsil eden geometriksel gelir, 45 derecelik bir açıyla O orijininden başlayıp yukarı doğru tırmanan bir doğru ile temsil edilir.

Bir eksik rekabet piyasası türü olan Monopol Piyasası’nda ise, marjinal maliyet ile ortalama maliyet değerleri birbirinden ayrılır. Monopol piyasasında Ortalama Maliyet Eğrisi ile Talep Doğrusu birbirinin üstüne çakışıktır. Çünkü, Monopol Piyasası’na hakim olan Monopol Firma, piyasaya tek başına hakim olsa da, firmanın elde edeceği gelir asla o piyasadaki tüketicilerin toplam satın alma gücünü geçemez. Monopol Piyasası’nda marjinal gelir ile marjinal maliyetin kesiştiği noktada oluşan firma dengesi, Tam Rekabet Piyasası’nda oluşan fiyatın hayli üstündedir. Bu durum, tüketici için rekabet şartlarının önemini teyit eder.

MAL VE HİZMET: İnsanın ihtiyaçları mallar ve hizmetlerle karşılanır. İhtiyaçları temin özelliğine sahip herşeye “mal” denir. Ekmek, ayakkabı birer mal iken, berberin saç kesmesi veya doktorun hasta muayene etmesi birer “hizmet”tir.

ÜRETİM: İnsan ihtiyaçlarını gidermekte kullanılacak mal hizmetlerin yaratılması, elde edilmesi veya meydana getirilmesi sürecidir. Mal veya hizmetlerin üretimi üretim faktörleri kullanılarak gerçekleştirilir. Ekonomi bilimi, mal ve hizmetlerin üretilmesinde kullanılan üretim faktörlerini doğal kaynaklar, emek, sermaye ve girişim üretim faktörleri ile tanımlamıştır. Üretilen malların bir kısmı ileride kullanılmak üzere bozulmadan saklanıyorsa, saklanan bu kısma "stok” adı verilir.

ÜRETİM OLANAKLARI EĞRİSİ

Üretim Olanakları Eğrisi; üretim faktörlerinin miktarı ve teknoloji sabitken, bir toplumun üretebileceği ve üretemeyeceği mal demetlerini ayıran bir sınır çizgisidir. Eğrinin sağındaki noktalar, üretilemeyecek mal demetlerini gösterir. Eğrinin solundaki noktalarda ise, kaynaklar ya tam kullanılamamakta, ya da kötü kullanılmaktadır. Yani, ‘Atıl Kapasite’ durumu söz konusudur. Eğrinin sola kayması, savaş ve doğal afet nedeniyle üretim olanaklarının yok olması anlamına gelir. Sağa kayması ise teknolojik ilerleme anlamına gelir.

Üretim olanakları eğrisi, orijine içbükey bir geometriksel şekildir ve bir ulusal ekonominin elindeki kısıtlı üretim olanakları ile, bu grafikte seçtiğimiz örnekler doğrultusunda, buğday ve otomobilden ne kadar üretileceğini gösterir.

Yukarıdaki şekilde A noktası, bir ulusal ekonominin elindeki kısıtlı üretim olanaklarının tümünün sadece buğday üretmek için kullanması halinde buğdaydan maksimum kaç birim üretileceğini; B noktası, eldeki kısıtlı üretim olanaklarının tümünün sadece otomobil üretmek için kullanması halinde otomobilden maksimum kaç adet üretileceğini göstermektedir. C noktası, üretim olanakları eğrisi üzerinde herhangi bir noktadır. Eldeki kısıtlı üretim olanaklarının hem buğday hem de otomobili üretmek amacıyla dağıtıldığını gösterir. D noktası, ekonominin bugünkü üretim olanaklarıyla gerçekleştirilemeyecek bir üretim seviyesini temsil eder. E noktası, ekonominin potansiyel üretim seviyesinin altındaki bir üretim düzeyini temsil eder. Sonuçta, A ve B noktaları arasındaki üretim olanakları eğrisi, bu ekonominin ne kadar mal ve hizmet ürettiğini gösterir. Fırsat maliyeti, bir malı üretmek için bir başka malın üretiminden vazgeçilen miktar olarak tanımlanabilir. Örneğin, biraz daha otomobil üretmek için, buğday üretiminin bir kısmından vazgeçmek gibi. Fırsat maliyeti, bu anlamda daha fazla otomobil üretildiğinde, üretiminden vazgeçilen buğdayın sağlayacağı avantajlardan vazgeçmenin bir bedelidir.

AZALAN VERİM KANUNU VE MARJİNAL ÜRÜN
Ulusal ekonomilerde, ister firma bazında, isterse de ülke ekonomisi bazında Azalan Verim Yasası geçerlidir. Her ne kadar, Adam Smith ‘Artan Verimlilik’ anlayışını gündeme getirmiş olsa da, günümüzde, tarımsal üretimde ve sanayi üretiminde artan nüfusa bağlı olarak David Ricardo'nun dile getirdiği ve savunduğu bir kavram olarak, ‘Azalan Verim Yasası’ geçerlidir.

Firma bazında, doğal kaynaklar, emek ve sermaye üretim faktörleri, yani hammade, işgücü ve makine-techizat miktarı arasında oluşturulan hassas dengeye Optimal Faktör Bileşim Oranı, diyoruz. Eğer, üç üretim faktörü arasındaki hassas denge bozulup, bir veya iki üretim faktörünün miktarı sabit tutulur iken, birinin miktarı arttırılır ise, bu o firmada üretim esnasında yakalanmış olan verimlilik seviyesinin azalmasına neden teşkil eder. Bu nedenle, verimlilik azaldıkça üretim maliyetlerinin de arttığı görülür. Marjinal Kaynak Maliyeti, bu anlamda her bir ek faktör kullanılması sonucu firmanın maliyetinde meydana gelen artışlar olarak da tanımlanabilir.

Firma mal ve hizmet üretmeye, ürettiği ürünlerden para kazanmaya devam ettikçe yeni kararlar verir. Bu nedenle firmanın üretimi esnasında katlandığı maliyetler önemlidir. Firmanın mal ve hizmet üretirken katlandığı maliyetleri verimlilik önemli ölçüde etkiler. Firma ne kadar yüksek bir verimlilikle çalışıyorsa, dolayısıyla üretim faktörlerini ne kadar etkin kullanıyorsa, o kadar da karlı çalışıyor demektir. O halde, firmanın kullandığı her birim üretim faktörünün, firmanın toplam üretimine verimlilik anlamında katkısını ölçmek gerekir (yüksek verim-düşük maliyet-yüksek kar). Firmanın her bir üretim faktörünün, firmanın toplam üretimine verimlilik anlamında yaptığı katkıya Marjinal Ürün denir.

Marjinal Ürün (MÜ), 0 (orijinden) başlayan, çok hızlı artan ve aynı hızla azalan, bir noktada da yatay eksenle kesişen geometriksel şekildir.



Yukarıdaki grafikte yer alan örnek firma, küçük ve sınırlı sayıda işçi çalıştıran bir firmadır. Firmada, 4. işgücüne kadar verimlilik artmaktadır ve 4. işgücünün firmaya verimlilik anlamında katkısı maksimumdur. 5. işgücünden itibaren her katılan işgücünün firmaya verimlilik anlamında katkısı azalmaktadır. Sonuçta, 8. işgücünün MÜ katkısı, 0(sıfır)dır.

Söz konusu değerleri göz önüne alarak; 4. işgücüne kadar her istihdam edilen işgücünün MÜ değerinin bir öncekine göre daha yüksek olduğunu dikkate aldığımızda, Toplam Ürün (TÜ) Eğrisi, 4. işgücüne kadar artarak artan bir seyir izleyecektir. Fakat 4. işgücünden itibaren MÜ değerleri azaldığından dolayı TÜ eğrisi azalarak yükselişini sürdürecektir. Eğer firma, 8. işgücünde MÜ=0 olmasına rağmen işgücü istihdam etmeye devam ederse, bu noktadan sonra istihdam edilen her işgücünün MÜ değeri negatif (-) olduğu için, TÜ eğrisi düşüşe geçecek ve belirli bir sayıdaki işçinin istihdamı sonrası sonra 0’a (sıfır) ulaşacaktır.

MÜ=0’dan sonra firma işgücü istihdam etmeye devam ederse, bu bölge Gizli İşsizlik Bölgesi olarak adlandırılır. Bunun nedeni; MÜ=0 noktasından sonra istihdam edilen her işgücünün, ücret almasına rağmen firmanın toplam üretimine verimlilik anlamında katkısının olmamasıdır. Yani, söz konusu işgücü çalışıyor görünmesine rağmen, gizli işsizliğe neden olacaktır. Bu durumda firmaların, işçi maliyetleri artar.

Ortalama Ürün (OÜ) Eğrisi’ni oluşturan değerler ise, TÜ eğrisinin üzerindeki değerlerin işgücü sayısına bölünmesiyle bulunur.

OÜ eğrisi, MÜ ve TÜ eğrisiyle beraber 1. işgücünde aynı noktadan başlayan; ama MÜ’e göre daha yavaş bir tempoda artan, maksimum olduğu noktada MÜ Eğrisi tarafından kesilen ve o noktadan sonra düşüşünü yavaş bir tempoda sürdürerek, TÜ eğrisiyle aynı noktada 0’a (sıfır) ulaşan bir geometriksel şekildir.

Dikkat edilmesi gereken diğer bir husus da, Optimal Faktör Bileşim Oranı’dır. MÜ Eğrisi’nin maksimum olduğu nokta, Optimal Faktör Bileşim Oranı’nın yakalandığı noktadır. Optimal Faktör Bileşim Oranı, mal ve hizmet üretiminde kullanılan 3 üretim faktörü olan; doğal kaynaklar, emek ve sermaye ya da diğer bir deyişle hammadde, işgücü ve makine ve teçhizat arasında en yüksek verimlilikle çalışmayı sağlayacak hassas bir dengenin oluşturulduğu veya yakalandığı bir üretim seviyesi anlamına gelir. Firma, Optimal Faktör Bileşim Oranı noktasında birim başına en yüksek karlılıkla çalışmaktadır. Ancak bu nokta, firmanın toplam kârının da maksimum olduğu nokta anlamına gelmez. Bir firmanın üretimin belirli bir noktasında birim başına en yüksek kârlılıkla çalışması demek, firmanın toplam karının maksimum olması anlamına gelmez.

Optimal Faktör Bileşim Oranı’nda firmanın toplam karı maksimum değildir. Maksimum karlılık için MÜ Eğrisi’nin yatay eksenle buluştuğu, yani en son istihdam edilen işgüçünün sağladığı MÜ değerinin sıfır olduğu noktaya kadar firmanın üretimine devam etmesidir. MÜ Eğrisi’nin maksimum olduğu noktada sadece bir birim malın kârı maksimize olmuştur. Önemli olan, firmanın tüm kapasitesi ile toplam karını maksimize etmesidir.

ÜRETİM FAKTÖRLERİ NELERDİR

Firmaların mal ve hizmet üretimi gerçekleştirmek için kullanmak zorunda oldukları her unsur üretken kaynaklar veya üretim faktörleri olarak adlandırılılır. Βu faktörler, üretimi gerçekleştirmek için kullanılan Doğal Kaynaklar (Hammadde ve Toprak), Emek (İşgücü), Sermaye (Milli Servet) ve Girişim (Teşebbüs) üretim faktörleridir.

Doğal kaynaklar üretim faktorü, hammadde ve topraktan oluşur. Toprak tarım ve taş ve toprağa dayalı sanayi benzeri alanlarda hammadde olma ve mal ve hizmet üretimi için kurulacak bir tesisin inşaası için gerekli olan arazi anlamında gayrimenkul olma özelliği ile ortaya çıkar.

Emek insanın kafa ve vücut çabasıdır. Emek üretim faktörü bir ulusal ekonomide istihdam edilen işgücünü temsil eder. En vasıfsız iş gücünden en tepe yöneticiye kadar üretimde görev alan her birey emek faktörü içerisinde yer alır. Bir bireyin emek üretim faktörü içerisinde yer alması, alın teri karşılığında ücret alması ile mümkün olabilir.

Sermaye üretim faktörü, bir ulusul ekonomide mal ve hizmetlerin üretilmesi, üretildikten sonra tüketim merkezlerine taşınması ve tüketilmesi için kullanılan tüm alt ve üst yapı unsurlardır. Binalar, demirbaş, yollar, köprüler, barajlar, fabrikalar, makinalar, taşıt araçları, içme suyu veya doğal gaz sistemleri, yani yer üstünde ve altında bulunan tüm fiziki unsurlar sermaye üretim faktörü kapsamına girer ve tüm bu değerlerin toplamı Milli Servet’i temsil eder.

Girişim üretim faktörü ise, diğer üç üretim faktörünü piyasalarından temin eden ve mal ve hizmet üretimini organize eden faktördür. Mal ve hizmet üretiminin gerçekleşmesi için yatırım yapan ve birikimlerini kaybetme riskini göze alarak mal ve hizmet üretiminde görev alan üretim faktörüdür. Bir nevi orkestra şefidir.

Üretim faktörleri GSMH’nın yaratılmasına sağladıkları katkı nedeniyle Milli Gelir'den bir pay almaya hak kazanırlar. Milli Gelir'den doğal kaynaklar üretim faktörünün aldığı paya rant, emek üretim faktörünün aldığı paya ücret, sermaye üretim faktörünün aldığı paya faiz ve girişim üretim faktörünün aldığı paya ise ise kar geliri diyoruz. Milli Gelir ülkenin ulusal sınırları içerisinde mal ve hizmet üretiminde görev alanlara ödediğimiz faktör gelirlerini tanımlamaktadır. Eğer, Türk vatandaşı olup, dünyanın başka ülkelerinde mal ve hizmet üretiminde görev alan insanlarımız var ise, örneğin yurt dışındaki işçilerimiz, onların yabancı ülkelerde kazandıkları üretim faktör gelirlerini Türkiye'ye göndermeleri halinde, yurtdışından gelen rant, ücret, faiz veya kar cinsinden faktör gelirlerine ise Dış Alem(den gelen) Faktör Gelirleri denilmektedir.

Gayri Safi Milli Hâsıla

GSMH: Gayri Safi Milli Hâsıla, kabaca bir yıl içerisinde bir ulusal ekonomide üretilen mal ve hizmetlerin toplam katma değerine, ithalattan elde edilen vergi gelirleri ve net dış âlem faktör gelirlerinin eklenmesi ile bulunan bir değerdir. Bir ulusal ekonominin ulusal sınırlar içinde ve dışında yarattığı bir yıla mahsus en büyük değerdir. Gayri Safi Milli Hâsıla’nın üretilmesinde Milli Servet kullanılır. Türkiye'nin tahmini milli serveti 2,5 trilyon dolar civarındadır ve Türkiye her yıl milli servetinin % 7,5 ile 10'u arası bir GSMH yaratmaktadır. Oysa ABD'de bu oran % 50 seviyelerindedir. Yani, Türkiye verimlilik açısından sorunlu bir ekonomidir.

GSMH, iki şekilde hesap edilmektedir. Nominal GSMH ve Reel GSMH. Eğer, GSMH hesaplamanın yapıldığı yıl geçerli olan mal ve hizmet fiyatları; yani cari fiyatlar kullanılarak hesap ediliyorsa, içinde enflasyon veya deflâsyondan kaynaklanan deformasyonu da taşıyor demektir. Bu nedenle, fiyat hareketlerinin aldatıcı etkisinden temizlemek için ayrıca Reel GSMH hesaplanır. Reel GSMH; belirli bir baz yılın mal ve hizmet fiyatları dikkate alınarak, yani Türkiye için enflasyondan arındırılmış olarak hesap edilen bir GSMH değeridir. Bir yılın nominal GSMH değeri, enflasyondan, daha doğru bir değişiklikle fiyatlardaki dalgalanmalardan arındırılarak, Reel GSMH değerine dönüştürülecek ise, bunun için Deflatör kullanılır. GSMH Deflatörü, nominal serileri reel serilere dönüştürmek amacıyla kullanılan bir endekstir. 2002 yılı için hem nominal cinsinden, hem de reel cinsinden GSMH hesaplamak mümkündür.

BÜYÜME HIZI

Ekonomik Büyüme Hızı Oranı, 2007 yılının 3. Çeyreği’ne kadar Reel GSMH değerleri karşılaştırılarak hesaplanmıştır. Bir ulusal ekonomide, bir önceki yılın aynı çeyreğine (dönemine) göre veya yıllık bazda, bir önceki yıla göre ulusal ekonominin daha fazla mal ve hizmet üretmeyi başarması, ekonomik büyüme olarak tanımlanabilir. Eğer, karşılaştırma Nominal GSMH değerleri üzerinden yapılırsa aldatıcı olacaktır. Çünkü, içinde enflasyonun aldatıcı etkisi taşyacaktır. Bu nedenle, gerçek ekonomik büyüme hızını, yani Reel Ekonomik Büyüme Hızını, ya da kısaca büyüme hızını ölçmek için Reel GSMH değerleri karşılaştırılır ve bir önceki yılın aynı çeyreğine (dönemine) göre veya bir önceki yıla göre Reel GSMH değeri artmışsa, ekonomi büyümüş kabul edilir. Böylece, geliri artan toplum da daha fazla tüketme olanağına kavuşur. Tekrarlamak gerekirse, Reel GSMH’da bir önceki döneme göre meydana gelen yüzde artış oranına “ekonomik büyüme oranı” denmektedir. Yani, 2006 yılının Reel GSMH oranı, 2005 yılının Reel GSMH oranına bölündüğünde veya oranlandığında çıkan yüzdesel değişim değeri, o ekonominin ekonomik büyüme hızıdır. Bununla birlikte, 8 Mart 2008 tarihinde TÜİK tarafından yapılan açıklama doğrultusunda, Türkiye’de ekonomik büyüme hızının hesaplanma yöntemi değişmiş ve artık hesaplamanın GSYH değerleri üzerinden yapılacağı duyurulmuştur.

DURGUNLUK, RESESYON, DEPRESYON:
Eğer, bir ulusal ekonomide ekonomik büyüme yavaşlıyor ise bu durum durgunluk (stagnation) olarak tanımlanır. Kabul edilebilir ölçüde kısa bir zaman dilimi için (6 ay ile 1 yıl arası) ekonomik büyümede bir gerileme yaşanır ise, örneğin ulusal ekonomi iki çeyrek (dönem) arka arkaya negatif büyüme gösterir ise, bu durum resesyon olarak tanımlanmaktadır. 2007 yılının ikinci yarısından bu yana, ABD ekonomisi için bu süreç tartışılmaktadır. Eğer ekonomik büyümede gözlemlenen gerileme şiddetli ve derin ise ve uzun bir zaman dilimini kapsıyor ise, bu tür bir gerileme ise depresyon olarak tanımlanmaktadır. Örneğin, 1929 Dünya Ekonomik Buhranı ve 2001’de Türkiye’nin yaşadığı kriz gibi.

PHİLLİPS EĞRİSİ: A. William Phillips'in ortaya koyduğu bir yaklaşım olması nedeniyle, onun soyadı ile anılan bu analiz, bir anlamda içinde enflasyonun şişkinliğini barındıran nominal ücretler ile istihdam seviyesi arasındaki ters orantılı ilişkiyi tanımlamaktadır. Pek çok ekonomist bu ilişkiyi, bir ölçüde enflasyon ile işsizlik arasındaki ters orantılı ilişkiyi tanımlayan bir analiz olarak ele almayı tercih etmiştir. Yani, her ulusal ekonomi bir miktar işsizliği azaltmak için bir miktar enflasyona, bir miktar enflasyonu azaltmak için bir miktar işsizliğe katlanmak zorundadır.

STAGFLASYON: İngilizce durgunluk (stagnation) ve enflasyon (inflation) kelimelerinin birleştirilmesinden üretilmiş olan stagflasyon, ekonominin durgunluğun yaşandığı bir ortamda yüksek bir enflasyon ve işsizliği de beraber yaşaması sürecidir. Yani, üç ekonomik sorun bir arada yaşanmaktadır. Bu durum, Phillips Eğrisi yaklaşımının da artık 1970'li yılların dünyasında geçerli olmadığını göstermiştir. Özellikle, Vietnam Savaşı ile birlikte ABD ekonomisinde görülen sorunlar ve Petrol Krizi ile birlikte dünyanın önde gelen ekonomilerinde 1970'li yıllarda gözlemlenmiş bir özel ekonomik dengesizlik sürecidir.

MİLLİ GELİR: Ekonomi Bilimi'nin tanımladığı dört üretim faktörü olan doğal kaynaklar, emek, sermaye ve girişim üretim faktörlerine dağıtılan rant, ücret, faiz ve kar gelirlerinin toplamı Milli Gelir'i verir. Milli Gelir, GSMH değerinden Amortismanlar ve Dolaylı Vergiler düşürüldükten sonra bulunan bir değerdir. Milli Gelir, üretim faktörleri arasında, her bir üretim faktörünün mal ve hizmet üretimine kattığı ve hakettiği pay kadar dağıtılabiliyorsa, yani bir haksızlık söz konusu değilse, bu duruma Adaletli Gelir Dağılımı diyoruz. Eğer, bir veya birden fazla üretim faktörü milli gelirden hakettiğinden daha fazla pay alıyor ise, bu duruma Gelir Dağılımı Adaletsizliği diyoruz.

TÜKETİM: Milli Gelir'den kabaca direkt vergilerin düşürülmesi ile, Kullanılabilir veya Harcanabilir Gelir'e ulaşılır. Kullanılabilir Gelir bireyler ve kurumlar tarafından iki şekilde kullanılır; Tüketim Harcamaları ve Tasarruflar. Mal ve hizmetlerin insan ihtiyaçlarını doğrudan doğruya giderecek şekilde kullanılmasına “tüketim” denir. Bu kullanımın parasal değeri tüketim harcamalarını oluşturur.

TASARRUF: Kullanılabilir Gelir'den tüketim harcamalarının karşılanmasından sonra, bireyler ve kurumlar tarafından halen harcanmamış bir artık değer kalır ise, bu değer tasarruf olarak adlandırılır. Makro ekonomide Toplam Yurtiçi Tasarruflar ifadesi ile geçer. Tasarruf Paradoksu ise, halkın daha yüksek oranda tasarruf etmesi ile tüketim harcamalarının azalmasının, yatırım harcamalarında da daralmaya neden olması nedeniyle, ekonomik büyümenin yavaşlaması ve tasarrufların azalmasıdır. Yani, tasarruf eğiliminin artması uzun vadede toplam tasarrufların azalmasına yol açmaktadır. Bu durum bir paradokstur.

KALKINMA: Ekonomik büyüme ülkenin üretim hacmindeki bir artıştır. Dolayısıyla ekonomik büyüme sadece sayısal bir kavram olarak ele alınmaktadır. Oysa ekonomik kalkınma ekonomideki niteliksel gelişmelerdir. Ekonomik kalkınma toplumun yaşam standartlarında, üretilen malların kalitesinde veya üretim organizasyonunda iyileşmeler yaşanan bir ortamı ifade etmektedir.

İSTİHDAM: Bir ulusal ekonomide, mal ve hizmet üretiminde görev almak üzere çalıştırılmaya hazır nüfusa istihdam denmektedir. Neo-klasik iktisatçılar ulusal ekonominin her zaman Tam İstihdam seviyesinde, yani tüm üretim faktörlerinin en optimal ölçülerde üretimde kullanıldığı varsayımını kabul etmişlerdir. Oysa, 1929 Buhranı sonrası, Keynesyen İktisatçılar ekonominin eksik istihdam koşullarında da çalışabileceğini ve dengede olabileceğini öne sürmüşlerdir.

İŞSİZLİK: Çalışma ve gelir sağlama kararında olan bireylerin, hizmetlerinden yararlanmak üzere çalıştırılmalarına “istihdam” denmektedir. Çalışma isteğine ve yeteğine sahip olup, cari ücret haddi ile çalışma saatlerini kabul ettiği halde iş bulamayan kimseye “işsiz” denir. Toplam işgücü içerisinde işsiz olanların yüzdesine ise “işsizlik oranı” denmektedir. İşsizliğin çeşitli türlerinden bahsetmek mümkündür. İşsizlik türleri; kısmi ve yaygın, geçici ve sürekli olmak üzere tasnif edilebilir. Kısmi ve geçici işsizlik, yer ve meslek değiştirme sırasında belirir. Bu türden işsizliğin en tipik olanı “konjonktürel işsizlik”tir. Konjonktürel işsizlik, üretim hacminde zaman zaman ortaya çıkan daralmaların yarattığı işsizliktir. Ekonominin bütün sektörleri ile toplu ve devamlı olarak durgun bir düzeyde kaldığı dönemlerde ise “yapısal işsizlik” belirir. Uluslararası Çalışma Örgütü ILO normlarına göre bir başka tanım 'Eksik İstihdam'dır. Buna göre, eğer istihdam istatistiklerinin hesaplandığı dönem içerisinde kişi tümüyle işsiz kalmış ise, bu durum işsizlik kavramı ile, aynı dönem içerisinde sadece 15 gün çalışmış ise eksik istihdam olarak tanımlanmaktadır. Yani, işsizliğe göre eksik istihdamın tek farkı kısa bir süre için çalışmış olması, ama geri kalan zamanda işsiz olmasıdır. Bu nedenle, kimi zaman gerçek işsizliği hesap etmek için işsizlik oranı ile eksik istihdam oranının toplanmak uygulaması görülmektedir.

2) ARZ VE TALEP ANALİZİ

ARZ: Bir malın bir satıcısının (veya satıcılarının) bir piyasada belli bir zaman süresi içinde ve başka değişkenler eşit varsayımı altında her fiyat seviyesinde satmaya hazır olduğu (veya oldukları) mal miktarını gösteren bir eğri veya tablodur. Bir malı üreten veya ithal eden firmaların her birinin ayrı bir arz eğrisi vardır. Buna firma arz eğrisi denir. Endüstriyi meydana getiren bütün firmaların arz eğrilerinin yatay toplamına endüstri arz eğrisi adı verilir. Arz eğrisi ile arz edilen miktar arasındaki ayrımı yapmak iktisatta esastır. Arz edilen miktar, arz eğrisinin bir noktasının gösterdiği miktar rakamıdır.

TALEP: Bir tüketicinin, zaman birimi başına, değişik fiyat seviyelerinde bir maldan satın almaya hazır olduğu miktarları gösteren bir eğri veya tablodur. Talep, herhangi bir ihtiyacını gidermek amacıyla bir mal veya hizmet satın alabilecek güce sahip tüketici grubudur. Bu nedenle, ekmeğin talep grubu ile otomobilin talep grubu birbirine eşit olamaz. Ekonomi biliminin, esas olarak üzerinde durduğu talep kavramı ise potansiyel taleptir. Potansiyel Talep, herhangi bir ihtiyacını karşılamak için bir mal veya hizmet satınalabilecek güce sahip olan; ancak, o malı satın alıp almayacağı belli olmayan tüketici grubudur. Arz eğrisinde olduğu gibi burada da talep ve talep edilen miktar kavramlarının birbirlerinden ayrılması gerekir. Talep edilen miktar, talep eğrisinin bir noktasının gösterdiği miktar rakamıdır. Yani, belli bir fiyattan satın alınmak istenen miktardır.

2.1 Talebi ve Arzı Etkileyen Bağımsız Değişkenler

Talebi ve arzı etkileyen bağımsız değişkenlere geçmeden önce bu kavramların değişmesinin ne anlama geldiğini açıklamakta fayda var. Talep veya arz eğrisi üzerinde bir noktadan başka bir noktaya geçildiğinde, bu durum fiyata bağlı olarak talep ya da arz miktarının değişmesidir. Fiyat dışındaki diğer bağımsız değişkenlerin değişiklik göstermesi ise, bu eğrilerin bütünüyle sağa ya da sola kaymasına yol açar.

Talebi Değiştiren Faktörler: Talep, bir malın değişik fiyat seviyeleri ile bu fiyat seviyelerinin her birinde talep edilecek miktar arasındaki ilişkiyi kuran bir kavramdır. Yani, talep edilen miktarlar fiyatın bir fonksiyonudurlar. Ancak bir malın talep edilen miktarını etkileyen, fiyat dışında, başka değişkenler de vardır. Ama bunlar ekonominin kısa döneminde sabit olarak varsayılırlar. Bu değişkenlerden herhangi biri değiştiği zaman da talep değişecektir. Bu değişkenler:

D Demand (Talep)
D = (PA, PR, PT, Y, T)

i. Tamamlayıcı malların fiyatındaki değişim. Burada esas mal-tamamlayıcı mal ilişkisi söz konusudur. Her mal ve hizmet için bu tür bir ilişki söz konusu değildir. Esas mal eğer bir tamamlayıcı mal ile desteklenmesi halinde tüketicisine hizmet verebiliyor ise, söz konusu olur. En tipik örnek, otomobil-benzin ilişkisidir.
ii. Rakip malların fiyatlarındaki değişim. Gerçek hayatta başka malların fiyatları değişmekte ve bu da söz konusu malın talebini etkilemektedir. Bu durum karşısında malın talebinin ne yönde değişeceği ise söz konusu mal ve fiyatı değişen diğer mal arasındaki ilişkiye bağlıdır. Rakip malların (birbirinin yerine kullanılabilen mallar) fiyatının düşmesi bir malın talep edilen miktarının azalmasına, rakip malların fiyatlarının yükselmesi bir malın talep edilen miktarlarının artmasına neden olur. Tamamlayıcı malların (birlikte kullanılan mallar) fiyatının artması bir malın talep edilen miktarının azalmasına, aksi ise malın talep edilen miktarının artmasına neden olur.
iii. Tüketicinin parasal veya nominal gelir seviyesi. Gelirdeki bir artış malın talebini artırırken, yine gelirdeki bir düşüş de talebi düşürecektir.
iv. Toplumun ortak beğeni ve alışkanlıklarındaki (zevklerdeki) değişiklikler. Burada zevk sözü, tüketicinin tercihlerini anlatmak için kullanılmaktadır. Tüketicinin zevklerinin veya tercihlerinin değişmesi malların tüketici gözündeki önem sıralarının değişmesi demektir. Bu noktada tüketicinin gelecekle ilgili bekleyişlerine de dokunabiliriz. Bir malın gelecekteki fiyatları ile ilgili bekleyişleri tüketicinin bugünkü talebini etkileyebilir.

Arzı Etkileyen Faktörler: Tıpkı talepte olduğu gibi, arz edilen miktarlar fiyatın bir fonksiyonudurlar. Ancak bir malın arz edilen miktarını etkileyen, fiyat dışında, başka değişkenler de vardır. Ama bunlar ekonominin kısa döneminde sabit olarak varsayılırlar. Arzı etkileyen faktörler:

S Supply (Arz)
S = (P, C, U, W)

i. Maliyetleri değiştirebilecek herşey arzı etkileyebilir. Üretim teknolojisinin değişmesi, faktör fiyatlarındaki değişimler ve benzeri değişkenler söz konusu malın maliyetine etki edebilecekleri için arzın değişmesine neden olabilmektedirler.
ii. Teknolojideki Değişim: Eğer bir üretim yapısı emek yoğun teknolojiden, sermaye yoğun teknolojiye geçmiş ise, bu durum aynı miktarda malın daha kısa bir zaman dilimi içerisinde ve daha düşük bir maliyetle üretilmesi anlamına gelir. Bu nedenle, emek yoğun teknolojiden sermaye yoğun teknolojiye geçiş, arz miktarını olumlu yönde etikeleyecektir.
iii. Herhangi bir malın arzını bazı özel sebepler de (diğer değişkenler) değiştirebilir. Bir sektörde grev kararı alınması, doğal afetler, enerji darboğazı veya döviz darboğazı bunlara örnektir. Tarım ürünlerinin arzı üzerinde hava şartlarının etkisi büyüktür. Devletin bazı kurallar koyması, veya bazı kurallarda değişiklik yapması da bir malın arzını etkileyebilidiği gibi, firmaların gelecekle ilgili bekleyişleri de arzı değiştirebilir.

2.2 Arz – Talep Dengesi

Arz edilen miktarın talep edilen miktara eşit olması durumuna arz – talep dengesi denmektedir. Bu eşitliği sağlayan ve farkedilir bir değişme eğilimi göstermeyen fiyat seviyesine ise denge fiyatı denmektedir. Belli bir fiyattan arz edilen miktarın aynı fiyattan talep edilen miktarı aşması durumunda ortaya bir arz fazlası çıkmakta ve bu da fiyat seviyesinin düşmesine neden olmaktadır. Yine belli bir fiyattan talep edilen mal miktarının arz edilen mal miktarını aşması durumunda ortaya talep fazlası çıkmakta ve fiyat seviyesinin yükselmesine neden olmaktadır. Piyasa ekonomisi koşullarının geçerli olduğu bir ortamda, arz-talep bir araya gelerek piyasa dengelerini oluşturur.


2.3 Görünmeyen El Mekanizması

Serbest piyasa mekanizmasını ifade eden bu kavram, Adam Smith tarafından ortaya atılmıştır. İktisadi hayatta düzeni sağlayan ve hangi malların, kimler için, ne miktarlarda üretileceği gibi temel ekonomik sorunları çözümleyen bir görünmez el (serbest fiyat mekanizması) vardır. O nedenle hükümetler ekonomik hayata müdahale etmemelidirler görüşü, Görünmeyen El Mekanizması'nın savunucusu konumundaki Neo-Klasik iktisatçılar tarafından hararetle savunulmuştur. Görünmeyen El Mekanizması sayesinde, ekonomide oluşan arz veya talep fazlalığı erir ve piyasa tekrar denge noktasına geri döner. Görünmeyen El Mekanizması talebin tamamiyle kırıldığı 1929 Büyük Buhranı esnasında, piyasaları dengesizlikten kurtarmaya yetmemiştir, bir mekanizma olarak çalışamamıştır.

Yukarıdaki şekil, “ceteris paribus” varsayımı altında çizilmiştir. Şekilde, herhangi bir nedenden dolayı fiyatın P0’dan P1’e çıktığını varsayalım. Ekonominin arz ve talep tarafı buna farklı tepki verir (Fiyat arttığında arz artar / fiyat arttığında talep düşer).

P↑ S↑ (Q0 QS1) (B) AB arası kadar Arz Fazlası = QS1 - QD1 kadar arz fazlası oluşur.

P↑ D↓ (Q0 QD1) (A)

Üreticiler, ellerinde kalan arz fazlasını eritmek için malın piyasa fiyatını P1’den aşağı doğru çekerler. Fiyat, P0’a doğru kaydıkça, arz fazlası erir, piyasa yeniden E noktasına ulaşır ve dolayısıyla yeniden piyasa dengesi kurulmuş olur.

Ekonominin tamamen piyasanın hâkimiyetinde olduğu bir ortamda malın piyasa fiyatı, herhangi bir nedenden dolayı değişir ve bu değişim nedeniyle bir arz veya talep fazlalığı oluşur ise, bu fazlalığın erimesini sağlayan ve piyasanın yeniden dengeye ulaşmasına olanak veren mekanizmaya (otomatik çalışan mekanizma) Görünmeyen El Mekanizması denir.

2.4 Üretici-Tüketici Rantı

Talep ve arzı oluşturan alıcı ve satıcıların içerisinde piyasa denge fiyatının üstünde mal satın almaya razı tüketiciler ve malı satmaya razı üretici ve ithalatçı firmalar her zaman olacaktır. Yukarıda grafikte örnek aldığımız 37 Ekran TV piyasasında, Talep Doğrusu’nun ucundaki 300 YTL hiçbir tüketicinin kabul etmeyeceği fiyatı, 100 YTL ise hiçbir üretici ve ithalatçı firmanın kabul etmeyeceği fiyatı temsil etmektedir. Eğer, bir mal 175 YTL’den satılıyor iken, piyasa denge fiyatı 175 YTL iken, bir tüketici o mala 250 YTL dahi vermeye razı iken, cebindeki 250 YTL’yi bu malı satın almak için kullanmaya çoktan razı iken, eğer o malı 175 YTL’den, yani piyasa denge fiyatından alıyor ise, bu tüketicinin malı razı olduğu fiyattan daha düşük bir fiyata alması nedeniyle, cebinde 75 YTL kalması nedeniyle elde ettiği avantaj Tüketici Rantı’dır. Eğer, malın piyasa denge fiyatı 175 YTL iken, 37 Ekran televizyonu 75 YTL’ye üreten veya ithal eden bir firma, bu ürünü 50 YTL kar ile 125 YTL’den satmaya razı iken, bu malı piyasa denge fiyatı olan 175 YTL’den satıyor ise, yani hedeflediğinden 50 YTL daha fazla bir kar elde ediyor ise, üretici firmanın elde ettiği bu ek avantaja da Üretici Rantı, denir. Kısacası, üreticinin satmayı düşündüğü fiyat ile fiili olarak mallı sattığı piyasa denge fiyatı arasındaki bu farka Üretici Rantı denmektedir.

2.5 Toplam Arz-Toplam Talep Eşitliği

Bir ulusal ekonominin üretim veya ithalat yoluyla elde ettiği mal ve hizmetlerden, stok amacıyla ayırdıkları düşüldükten sonra kalan kısıma Toplam Arz, özel kesimin ve kamu kesiminin tüketim ve yatırım harcamalarının toplamına ise Toplam veya Efektif Talep diyoruz.

Toplam Arz=Toplam Talep
[(Toplam Yurtiçi Üretim-İhracat)+İthalat]-Stoklar=Tüketim Harcamaları+Yatırım Harcamaları
[(Y-X)+M]-Stok Değişimi=C+I+G(Cg+Ig)
Y (Kullanılabilir veya Harcanabilir Gelir) = C+I+G+(X-M)+Stok Değişimi

Keynesgil Genel Denge olarak tanımlanacak bu formülde, Tüketim ve Yatırım Harcamaları'nın iki ana boyutu söz konusudur. Birincisi, Otonom Tüketim ve Otonom Yatırım Harcamaları, ki bu tanım GSMH veya Milli Gelir seviyesi ne olursa olsun yapılması şart olan tüketim ve yatırım harcamaları anlamına gelir; ikincisi Uyarılmış Tüketim Harcamaları ve Uyarılmış Yatırım Harcamaları. Bu ifadeler ise, Milli Gelir seviyesine bağlı olarak gerçekleşen tüketim ve yatırım harcamaları anlamına gelir. Uyarılmış Tüketim Harcamaları (c.Y) ile gösterilir, ki c marjinal tüketim eğilimidir. Uyarılmış Yatırım Harcamaları ise (ı.Y) ile gösterilir, ki ı marjinal yatırım eğilimidir. Bir ulusal ekonomide halkın marjinal tüketim eğilimi olan c ile marjinal tasarruf eğilimi s'nin toplamının 1'e eşit olması esasdır. (c+s=1) Yani, Türk halkının marjinal tüketim eğilimi eğer 0.75 ise, bu durum halkın kullanılabilir gelirinin % 75'ini tüketim harcamalarında, geri kalan % 25'lik bölümü ise tasarruf olarak değerlendirdiği anlamına gelir. Keynesgil Genel Denge, makro dengede esas belirleyici olan toplam talep olduğunu vurgular. Ekonomiye ‘Kamu Müdahalesi’ni onaylar. Bu nedenle, toplam arzı temsil eden geometriksel şekil, ‘0’ orijininden başlayan ve yukarı doğru 45 derecelik bir açıyla tırmanan bir doğru ile temsil edilir. Otonom tüketim harcamaları seviyesinden başlayan ve eğimi marjinal tüketim eğilimiyle (c) hesaplanan tüketim harcamaları doğrusunun ve eğimi marjinal yatırım eğilimiyle (ı) hesaplanan ve otonom yatırım harcamaları seviyesinden başlayan yatırım harcamaları doğrusunun geometriksel toplamı ile ulaşılan efektif talep doğrusu ile toplam arz doğrusunun kesiştiği nokta ise, makro dengeyi verir ve denge GSMH seviyesinin belirlenmesini sağlar.

Yukarıdaki formülde, X-M, Keynesgil Genel Denge formülünün ‘dışa açık’ olmasını sağlamasının yanı sıra, mal ve hizmet ihracatından elde edilen gelirin halkın kullanılabilir gelirini olumlu etkilediğini, mal ve hizmet ithalatı için harcanan dövizin ise, halkın kullanılabilir gelirini olumsuz yönde etkilediğini göstermektedir. Bu nedenle bir ulusal ekonomide Marjinal İthalat Eğilimi artar ise, yukarıdaki formüle bağlı olarak, Gelir Çarpanı da azalacaktır.

Klasik Genel Dengede ise, Keynesgil Genel Denge’nin aksine, arz yanlısı bir anlayışın etkisine bağlı olarak, tam rekabet piyasası koşullarında çalıştığı varsayılan emek piyasasında; denge reel ücret seviyesinde oluşan tam istihdam seviyesi, aynı zamanda ekonominin mal ve hizmet üretim eğrisinden de yararlanılarak, tam istihdam seviyesinde elde edilebilecek denge GSMH seviyesini gösterir. Keynes’in 1929 Buhranı’nı talep yetersizliğinden kaynaklanan bir buhran olarak tanımlaması, Keynesyen anlayışın ekonomide esas belirleyici olan unsurun ekonominin arz yönü değil, talep yönü olduğunu öne çıkarmıştır.

2.6 Pigou Etkisi

Pigou Etkisi, fiyat ve ücretlerin esnek olması halinde, serbest piyasaların tekrar tam istihdama dönebilecek dinamikler içerdiğini açıklamaya yönelik bir yaklaşımdır.

Neoklasik Genel Yaklaşım’da faiz, yatırım ve tasarrufları eşitleyecek (dengeleyecek) şekilde sürekli olarak değişmektedir. Keynes’te ise, yatırımlar, önemli ölçüde dışsal faktörlerin etkisi altındadır. Tasarruflar ise gelire bağımlıdır. Tasarruf ve yatırımlar arasında fark oluştuğunda, bu fark gelirdeki değişme ile kapanmaktadır. Bu nedenle sistem, eksik istihdamda kilitlenebilmektedir.

Pigou, Keynes’in servet ve tüketim arasındaki ilişkileri göz ardı ettiğini; bu ilişkilerin dikkate alınması halinde, sistemin tekrar dengeye gelebileceğini öne sürer. Buna göre, ekonomik durgunluk ortamında gerileyen fiyatlar, tüketim harcamalarını uyararak ekonomiyi dengeye yönlendirir.

Pigou, tüketim ve servet arasında sıkı bir ilişki olduğunu düşünmektedir. Buna göre, parasal ücret haddinin düşmesi, fiyatlar genel düzeyinin azalmasına ve bu da toplumda adeta likit servet artışı gibi etki doğmasına neden olur. Bu durum karşısında bireyler, tüketim harcamalarını artırıp tasarruflarını azaltma eğilimine girecekler ve tasarruf-yatırım dengesi yeniden kurulacaktır. Fiyatların düşüp servetlerin artmasıyla ortaya çıkan bu tasarruf azaltıcı etkiye Pigou Etkisi denmektedir.

Pigou Etkisi, sadece mal ve hizmet piyasalarındaki fiyat hareketlerini göz önüne alır ve bu yönüyle de Keynes Etkisi’nden ayrılır.

2.7 Arz-Talep Kaymaları

Eğer, arz ve talep miktarı bağımlı değişkenini etkileyen ve her iki fonksiyonda da ortak bağımsız değişken olan fiyat (P) değişebiliyor, buna karşılık maliyetler, teknoloji düzeyi, arzı etkileyen diğer faktörler, tamamlayıcı malların fiyatları, rakip malların fiyatları, tüketicilerin gelir düzeyi ve toplumun ortak beğeni ve alışkanlıkları sabit ise, bir Ceteris Paribus durumu söz konusudur. Yani, diğer bağımsız değişkenler aynı kaldığında, malın piyasa fiyatındaki herhangi bir değişikliğin arz veya talep miktarı üzerinde neden olacağı miktar değişikliği, Arz (S) veya Talep Eğrisi (D) veya doğrusu üzerinde aranır.

Varsayım 1
S = ( P, , , )
D = ( P, , , )

Ancak, yukarıdaki varsayımın tersi bir durum söz konusu ise, yani malın piyasa fiyatı sabit, buna karşılık diğer bağımsız değişkenlerden birisi değişiyor ise, örneğin maliyet artışı veya azalışı, ya da tamamlayıcı malın fiyatının artması veya azalması söz konusu ise, bu durumda arz veya talep doğrusunun sağa veya sola doğru kayması söz konusu olacaktır.

Varsayım 2
S = ( , C, U, W )
D = ( , PT, PR, Y, T)

Altın Kural: Eğer, malın piyasa fiyatı dışında kalan diğer bağımsız değişkenlerden herhangi birisinin değişiim olumlu bir değişim ise, bu durumda hem arz, hem de talep doğrusu veya eğrisi sağa doğru hareket eder, kayar; eğer, malın piyasa fiyatı dışında kalan diğer bağımsız değişkenlerden herhangi birisindeki değişim olumsuz bir değişim ise hem arz, hem talep doğrusu veya eğrisi sola doğru hareket eder, kayar. Örneğin, bir sektörde grev kararı arz doğrusunu, üretim aksayacağından, sola doğru kaydırır. Benzin fiyatı pahalılandığında, benzin tamamlayıcı mal-otomobil esas mal ilişkisi çerçevesinde, otomobile olan talep azalacak ve talep doğrusu sola doğru kayacaktır.

Burada bir istisnasi durum, normal mal - düşük mal ayrımında kendini gösterir. Şöyle ki, bir ekonomide tüketicilerin geliri arttığında, örneğin düşük mal margarin ise, tüketicilerin gelirleri artsa da, daha fazla margarin tüketileceğine, tereyağının daha fazla tercih edildiği gözlenir. Yani, gelir arttığında, düşük malın talebi azalır ve margarinin talep doğrusu sola kayar. Buna karşılık, tereyağ normal malının talep doğrusu sağa kayacaktır. Gelir azaldığında ise, normal mal olması nedeniyle, tereyağın talep eğrisi sola kayacaktır. Gelir azaldığında normal mal olarak tereyağını alamayacak tüketiciler, düşük mal olarak margarine yöneleceklerdir. Böylece, düşük mal olan margarinin talep eğrisi sağa kayacaktır. Çünkü, tüketiciler gelirleri azalınca, yeniden margarin tüketmeye döner. Bu talep artış ve azalışları esnasında, margarinin ve tereyağının fiyatının sabit olduğu unutulmamalıdır. Bir önemli nokta bu konunun, İkame Etkisi ile karıştırılmamasıdır. İkame Etkisi, bir tüketicinin reel geliri sabit iken, malın piyasa fiyatındaki değişimin o malın tüketim miktarı üzerinde yarattığı etkiyi tanımlar. Tüketici burada fiyatı artan malı, aynı kalitedeki bir başka mal ile ikame eder. Malın nisbi fiyatı arttığında tüketicinin o mal yerine, başka bir mal ikame etmesi durumudur. Ancak, bu ikame için margarin söz konusu değildir.

2.8 Esneklik (Elastikiyet) Kavramı

Mal ve hizmetlerin arz ve talep doğruları birbirine benzemez. Çünkü, farklı mal ve hizmetlerin fiyat ve gelir gibi bağımsız değişkenlerdeki değişikliklere olan duyarlılıkları farklıdır. Bu nedenle, bir bağımsız değişkendeki yüzdesel değişimin, arz veya talep miktarı bağımlı değişkenleri üzerinde ne oranda bir yüzdesel değişim yarattığını hesap etmemizi sağlayan, o malın arz veya talep miktarının bağımsız değişkene olan hassasiyetini ölçmemizi sağlayan kavrama Esneklik diyoruz. Arz bağımlı değişkeninin fiyat bağımsız değişkenine olan duyarlılığını ölçmek mümkün iken, talep bağımlı değişkeni için, hem fiyattaki değişimlere olan duyarlılığı, hem de gelirdeki değişimlere olan duyarlılığı ölçmek mümkündür.

Esneklik değerinin hesap edilmesinde kullanılan formül; Arzın Fiyat Esnekliği (Elastikiyeti) için;

Arzın Fiyat Esnekliği =

Malın arz miktarındaki % değişim

Malın piyasa fiyatındaki % değişim
formülü kullanılmaktadır.

Talebin Fiyat Esnekliği (Elastikiyeti) için ise;

Talebin Fiyat Esnekliği =

Malın talep miktarındaki % değişim

Malın piyasa fiyatındaki % değişim

aynı formülün önüne negatif işareti konularak, esneklik değeri hesap edilmektedir.

Talebin Gelir Esnekliği (Elastikiyeti) için ise;

Talebin Gelir Esnekliği =

Malın talep miktarındaki % değişim

Tüketicilerin gelirindeki % değişim

formülü kullanılmaktadır.

Talebin Fiyat Esnekliği'nde (Elastikiyeti'nde) 5 ayrı fiyat esnekliği vardır. Sıfır esneklik durumu, fiyat ne olursa olsun belirli bir malın hep aynı miktarda talep edileceği anlamına gelir. Bu durum, ölümcül hastalıkların tedavisinde kullanılan ilaçlar ve bir ölçüde uyuşturucu madde için geçerlidir. Çünkü tüketici o malın fiyatı ne olursa olsun, bu maldan bir miktar talep etmek zorundadır. Bu nedenle, fiyata olan duyarlılılk sıfırdır ve bu tür mallar istismara açık olan mallardır.

Talebin fiyat esnekliği sonsuza eşit ise, bu durum belirli bir P fiyatından satılan malın sonsuz miktarda talep edileceği anlamına gelir ki bu bir matematiksel maldır. Çünkü hiçbir mal sonsuz miktarda talep edilemez. Eğer, > ise, yani malın piyasa fiyatındaki belirli bir yüzdesel değişim, malın talep miktarında daha düşük oranda bir yüzdesel değişime yol açıyor ise, bu malın fiyata olan duyarlılığı, dolayısı ile fiyat esnekliği 1'den küçük demektir. Bu durum, zorunlu tüketim mallarında gördüğümüz bir durumdur. Eğer, = durumu söz konusu ise, bu ünite esneklik demektir. Yani, malın piyasa fiyatındaki belirli bir yüzdesel değişim, malın talep miktarında aynı oranda bir yüzdesel değişime neden olmaktadır. Yana esneklik değeri 1'e eşittir. Bu kategorideki mal ve hizmetler normal mal sınıfına girer. Eğer, < durumu söz konusu ise, yani fiyattaki en ufak bir değişiklik, malın talep miktarında çok daha yüksek oranda bir değişikliğe yol açıyor ise, bu durumda fiyata olan duyarlılık yüksektir; yani esneklik değeri 1'den büyüktür. Bu kategoriye ise ağırlıklı olarak lüks mallar girmektedir. Söz konusu esneklik türlerini bir de şekil yardımıyla açıklamak gerekir ise: 1) Sıfır Esneklik Ölümcül hastalıkların tedavisinde kullanılan ilaç ve aşılar veya uyuşturucu madde. ED= 0 Fiyat (0) da olsa (∞) da olsa söz konusu mal, fiyatı ne olursa olsun, hep belirli bir miktarda talep edilecektir. Dolayısıyla, söz konusu mal, fiyata kesinlikle duyarlı değildir. Tüketici bu mal ve hizmetleri satın alırken hiçbir zaman fiyatı bir kriter olarak alamaz. Bu tür mal ve hizmetler bu nedenle haksız kazanca, istismara açık mallardır. O yüzden bu tür ilaç ve aşıların, Sağlık Bakanlığı tarafından temin edilmesi gereklidir. 2) Sonsuz Esneklik: ED = ∞ Belirli bir P fiyatından satılması koşuluyla bu mal sonsuz miktarda talep edilir (P fiyat sabittir). Böyle bir mal bugün için dünya ekonomisinde yoktur. (Matematiksel Mal). 3) Esnekliğin 1’den Küçük Olması: ED < 1 Malın piyasa fiyatı büyük bir değişim gösterse de talep, çok az değişmektedir. Böyle mallar zorunlu tüketim mallarıdır. Örneğin; ekmeğin fiyatının % 25 arttığını buna karşılık talep edilen miktarın sadece % 10 azaldığını varsayalım. Ya da, yine fiyat % 25 azaldığında, ekmek tüketimi % 10 artacaktır. Yani, fiyat arttığı zaman talep edilen miktar çok az azalır veya fiyat düştüğü zaman talep edilen miktar çok az artar. Yani, her iki yönde de, talep miktarındaki değişimler sınırlı ölçüde kalır. 4) Ünite (Birim) Esneklik: ED = 1 Malın piyasa fiyatındaki belirli orandaki % değişim, bu mal ve hizmetlerin miktarında aynı oranda % değişime yol açar. 5) Esnekliğin 1’den Büyük Olması: ED > 1 Malın piyasa fiyatındaki çok küçük bir orandaki bir yüzdesel değişim, malın talep miktarında çok daha büyük oranda bir yüzdesel değişime neden olmaktadır. Örneğin; beyaz eşya, gayrimenkul, otomobil gibi lüks eşyalar bu kategoride yer alır.

Talebin fiyat esnekliği ile gelir esnekliği ayrı ayrı hesap edilen esneklik türleridir. Talebin fiyat esnekliği tüketici gelirinde meydana gelen değişimlere bağlı değildir.


3) PİYASA TÜRLERİ, REEL KESİM - FİNANSAL KESİM AYIRIMI, PİYASALARIN İŞLEYİŞ MEKANİZMASI VE ETKİLEŞİMLERİ


3.1 Alım-Satımı Yapılan Ürünler Açısından Piyasa Türleri


Nihai Mal Piyasaları Üretim Faktör Piyasaları Para ve Sermaye
Piyasaları

Reel Kesim Finansal Kesim

Her ulusal ekonomi 3 önemli piyasanın, saç ayağı şeklinde, üzerinde durur. Birincisi, bir tüketicinin herhangi bir ihtiyacını giderebilecek özelliklere kavuşturulmuş mal ve hizmetlerin alım-satımının yapıldığı nihai mal ve hizmet piyasaları, ikincisi müşteriye son noktada ulaşan nihai mal ve hizmetlerin üretiminde kullanılan doğal kaynaklar, emek ve sermaye üretim faktörlerinin temin edildiği üretim faktör piyasaları ve ekonomideki atıl kaynakların, atıl fonların ekonomiye kazandırılmasını sağlayan finans piyasaları. Nihai mal ve hizmetlerin alım satımının yapıldığı piyasalar ile üretim faktör piyasaları ekonominin Reel Kesimi’ni oluşturur. Finans piyasalarının oluşturduğu kesime ise Finans Kesimi diyoruz.

3.1.1 Reel Kesim – Finans Kesimi (Mali Sistem) İlişkileri

Reel Kesim’i oluşturan birey ve kurumlar ekonomik faaliyetleri sonucunda oluşturdukları atıl kaynağı, tasarruflarını Finans Kesimi’ne emanet ederler. Beklenti, finans kesimine emanet edilen bu atıl fonların, tasarrufların filitrasyondan geçtikten sonra, yine reel kesime kullandırılmasıdır. Reel kesimin yapacağı yatırımları finanse edecek yeterli fon arzı finansal kesim tarafından sağlanmaktadır. Birey ve kurumların gelir seviyesi ve yaratılan fon arzı arasında sıkı bir ilişki vardır. Reel kesim tarafından yapılan yatırımların geliri artırıcı bir etkisi olduğu göz önüne alınırsa, gelirdeki bu artışın da finansal kesimin arz edebileceği fon miktarını artıracağı düşünülürse bu iki kesim arasındaki karşılıklı kaynak aktarma mekanizması daha iyi anlaşilabilir.

İstikrarlı bir ekonomik büyüme, bankacılık sektörü başta olmak üzere finans kesiminde çalışan kurumların faaliyet gelirlerinin en önemli güvencesidir. Finans kuruluşları ne kadar güçlü bir faaliyet geliri elde eder ise, sermaye yapıları o derece güçlü olacaktır. Güçlü bir sermaye yapısına sahip olan finans kurumları ise gelecekteki büyüme hedefleri için bir teminat teşkil edecektir.

Türkiye’de 1990’lı yılların bütününde kamu kesimi genel dengesi giderek artan bir tempoda bozulmuş ve kamu açığının finansmanı için finansal sistemden ve özellikle sermaye piyasasından kullanılan kaynağın her geçen gün artması, reel kesimin finansal piyasalardan dışlanması anlamında ‘Crowding-out Etkisi’ (Dışlama Etkisi) yaratmıştır. Yani, elindeki tasarrufları finansal piyasalara emanet eden reel sektör, bu kaynağın 1999 yılı sonunda ancak % 40’ını, 2003 yılı sonunda ise ancak % 30’unu kullanabilir hale gelmiştir. Nitekim, 2000 yılı başında yürürlüğe giren ve 2001 Krizi sonrası, 2002 yılında kaldığı noktadan sürdürülen dezenflasyon programı bu kurgu ile başlamış ve Kamu Kesimi’nin finansman ihtiyacının azaltılmasına yönelik olarak, reel sektörün finansal piyasalardan daha etkin kaynak kullanımını hedeflenmiştir.

3.2 Rekabet Açısından Piyasa Türleri

İktisat Bilimi içerisinde, bilim adamları piyasaları genel olarak üçe ayırmayı tercih etmektedirler. Bir uçta tam rekabet, öteki uçta monopol vardır. Bu iki uç arasında oligopol ve monopollü rekabet piyasalarını kapsayan eksik rekabet piyasaları bulunmaktadır.

Bilim adamlarının bir kısmı ise piyasaları önce ikiye ayırmayı tercih etmektedirler. Bu iki ayrımda, bir grup piyasa rekabet piyasası, ikinci grup ise eksik rekabet piyasaları olarak adlandırılmaktadır. Bu sınıflandırmada eksik rekabet piyasaları, monopollü rekabet, oligopol ve monopol piyasalarını kapsamaktadır.

i. Tam Rekabet Piyasası: Özellikle tam rekabet bağlamında, piyasada çok sayıda firmanın bulunduğu ve tek başına hiçbir alıcının ve tek başına hiçbir satıcının, piyasada oluşan fiyatı etkileyemediği piyasa çeşididir.
Tam Rekabet Piyasası şu temel 5 özelliği taşır:
a. Piyasada sonsuza yakın sayıda alıcı ve satıcı vardır.
b. Alıcı ve satıcılardan bir kısmının piyasadan çekilmesi, piyasa dengelerini etkileyecek sonuç yaratmaz.
c. Ne alıcıların, ne de satıcıların malın piyasa fiyatını tek başlarına değiştirebilme gücü yoktur. Bu nedenle, Tam Rekabet Piyasası’nda fiyat rijittir, sabit bir değerdir, bir veridir.
d. Mallar türdeştir (homojendir) ve bölünebilir olma (atomize) özelliği taşırlar.
e. Piyasa şeffaftır; saydamdır. Tüketiciler piyasa ile ilgili her türlü bilgiye ulaşabilmektedirler.

i. Oligopol: Oligopol piyasasında az sayıda firma vardır. Oligopolcü piyasada firmaların sattığı mallar birbirlerinin aynı olabilir veya bir ölçüde birbirlerinden farklı olabilirler. Mallar birbirlerinin aynı ise bu piyasaya saf oligopol, birbirlerinden farklı ise farklılaştırılmış oligopol adı verilir. Oligopol piyasalarında bir firmanın ürettiği malın üretim miktarını, kalitesini, fiyatını belirleme ve satış miktarını artırma konularındaki bütün kararları piyasadaki öteki firmalar etkiler.

ii. Monopollü Rekabet: İçinde farklılaştırılmış fakat birbirinin yerini kolayca alabilen malları üretip satan çok sayıda firmanın var olduğu piyasa çeşididir. Firma sayısının çokluğu her birinin piyasa payının küçüklüğü anlamına gelir. Bu da, bir firmanın bir kararının diğer firmaları etkilememesi demektir. Yani, birbirleri arasında kıyasıya rekabet etmeleri beklenen çok sayıda firma, rekabet yerine küçük Pazar payları ile ayakta kalmayı tercih etmekte ve adeta monopol firma tavrı sergilemektedirler. Bakkallar, berberler bu kapsamdaki ekonomik ünitelere örnek teşkil edebilir.

iii. Monopol: Yakın ikame imkânı bulunmayan bir malın tek satıcısının olduğu piyasa çeşididir. Monopolcü firma, malın arz miktarını değiştirerek malın fiyatını etkileme gücüne sahiptir.

3.3 Tam Rekabet Ve Monopol Piyasasında Firma Dengesi

Tam rekabet ve monopol piyasasındaki firmalar satış gelirleri ile üretim maliyetleri arasındaki farkı, yani karı, azami kılmaya çalışmaktadırlar. Tam rekabet ve monopol piyasasında çalışan iki farklı firmanın, maliyet koşulları birbirine benzerlik arz edebilir. Çünkü üretim maliyetleri ağırlık olarak, üretim faktörlerinin piyasalarındaki değişimlere duyarlıdır. Oysa firma gelirleri iki piyasa türünde de farklılık arz eder. Tam Rekabet Piyasası’nda, firma bir adet de mal satsa, n adet de mal satsa, satılan her mal piyasa denge fiyatı P0 ‘dan satılacağı için, Tam Rekabet Piyasası’nda P0 piyasa denge fiyatı ve Marjinal Gelir ile Ortalama Gelir değerleri birbirine eşit olacaktır. Bu nedenle, Tam Rekabet Piyasası’nda firma gelirlerini temsil eden Marjinal Gelir (MR) ve Ortalama Gelir (AR), piyasa denge fiyatı olan P0 noktasından başlayıp, Q miktar yatay eksenine paralel bir şekilde çizilir.

Oysa, Monopol Piyasası’nda; monopol konumundaki firmanın malın piyasa fiyatını değiştirebilme olanağı söz konusudur. Bununla birlikte, monopol konumundaki firmanın piyasaya tek başına hakim olması demek, istediği malı istediği fiyattan satabildiği anlamına gelmez. Nitekim, monopol konumundaki firmanın geliri de, piyasadaki tüketicilerin alım gücü ile sınırlıdır. Bu nedenle, monopol konumundaki firmanın ortalama gelir doğrusu ile (AR), tüketicilerin alım gücünü temsil eden talep doğrusu (D) monopol piyasasında firma dengesinde üst üste çakışıktır. Bu nedenle, tam rekabet ve monopol piyasasında firma dengesi, marjinal gelir (MR) ve ortalama gelir (AR) doğrularının geometrik konumlarının farklı olması nedeniyle, farklı noktalarda oluşur ve monopol piyasasında firma dengesini sağlayan piyasa fiyatının, tam rekabet piyasasına göre daha yüksek bir seviyede oluştuğu gözlemlenir.

Kısa dönemde, firmalar tesislerini değiştiremezler. Bu nedenle karar verilmesi gereken konu en uygun üretim hacmini seçmektir. En uygun üretim hacmi ise firmaya en yüksek karı sağlayan üretim hacmidir. Şu halde, tam rekabet veya monopol piyasasındaki bir firmanın kısa dönem dengesi, karın azamileştirildiği, yani maksimize edildiği noktada gerçekleştirilir. Bunun için iki koşulun gerçekleşmesi gerekmektedir. Birinci koşul, piyasa türü ne olursa olsun, karı maksimize eden eşitliğin firmanın ürettiği mal satmaktan dolayı elde ettiği nihai geliri temsil eden marjinal gelir değerinin, en son ürettiği malın firmanın toplam maliyetine yaptığı katkıyı ifade eden marjinal maliyet değerine eşitlendiği noktada, ideal üretim seviyesinin yakalandığıdır (MR=MC eşitliği). İkinci koşul ise, bu eşitliğin sağlandığı yerde marjinal maliyetin yükseliyor olmasıdır.

Tam rekabet piyasasındaki bir firmanın uzun dönem dengesi ise, tesisin büyüklüğü ile ilgili, yani üretim ölçeği ile ilgili, bütün ayarlamalar yapıldıktan sonra firmaya en yüksek karı sağlayacak üretim hacminde gerçekleşir. Bu nokta marjinal hasılat eğrisi ile uzun dönem marjinal maliyet eğrisinin kesim noktasıdır. Tam rekabet piyasasında uzun dönemde hiçbir firma aşırı kar elde edemez. Çünkü aşırı kar sağlayan endüstriye uzun dönemde yeni firmalar girer ve bu da aşırı karların erimesine neden olur. Monopol piyasasında ise endüstriye başka firmaların girişi engellendiği için aşırı karlar elde etmek her zaman mümkündür. Bunun dışında monopolde, tam rekabetteki durumdan farklı olarak, uzun dönemde kurulan tesisin optimum büyüklükte tesis olması gerekmez. Ayrıca, yine tam rekabettekinden farklı olarak bu tesisin tam kapasite ile kullanılması da gerekmez.

4) PARA VE MALİYE POLİTİKALARI

4.1 Ekonomi Politikaları


Politika, kelime anlamı olarak belirli bir hedefe ulaşmak veya belirli bir sorunu çözmek amacıyla bir takım araç ve yöntemlerin bir araya getirilmesi süreci olarak tanımlanabilir. Dolayısı ile, bu tanımdan hareket edildiğinde, ekonomi politikası, ekonomide belli hedefleri gerçekleştirmek (refah düzeyinin arttırılması, verimliliğin sağlanması) veya belirli sorunları çözmek amacıyla (işsizlik, yoksulluk) belirli ekonomik araç ve yöntemlerin bir araya getirilmesi sürecidir, şeklinde tanımlanabilir. Demokratik bir ülkede, partiler sorunlara çözüm modelleri ve araçları ile halkın karşısına çıkıp oy isterler ve hükümete geldiklerinde bu politikaları uygulamaya çalışırlar.

Bunun bir sonucu olarak, Hükümetler ekonomi politikaları açısından en yüksek siyasi sorumluluğu taşırlar. Bununla birlikte, Hükümet adına ekonominin yönetimi, ekonomiden sorumlu bakanlar ve onlara bağlı üst düzey bürokratlardan oluşur. Tüm dünya uygulamalarına bakıldığında, Hazine Bakanlığı, ABD ve İngiltere’de mevcut bulunan Anglo-Sakson geleneğe göre Hazine sekreterliği en kritik bakanlıktır. Türkiye’de Hazineden Sorumlu Devlet Bakanlığı olarak yürütülmektedir. Birçok gelişmiş ve gelişmekte olan ekonomide kamu maliyesi işlemleri tek bir bakanlığa bağlanmış iken, 1980’li yılların başından itibaren Türkiye’de Maliye Bakanlığı ile Hazine işlemleri iki ayrı bakanlığa bölünmüştür. Bunun yanı sıra, kamuda çalışan personelin özlük hakları ve kamu sendikaları ile pazarlık bir devlet bakanlığına, kamu adına finans kurumlarını ve sektörleri denetleyen özerk kuruluşlar ve özelleştirme bir devlet bakanlığına, dış ticaret bir devlet bakanlığına bağlanmıştır. Ayrıca, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı ve Bayındırlık Bakanlığı unutulmamalıdır. Yani, Türkiye’de ekonominin yönetimi parçalı bir model ortaya koymaktadır ve siyasi partiler bu parçalı modeli birleştirmeyi öngörmektedirler.

Türkiye’de ekonomi politikalarının belirlenmesinde ve mevcut ekonomi politikalarında dar veya geniş kapsamlı revizyonda en önemli kurumlardan birisi Yüksek Planlama Kurulu’dur (YPK). Yüksek Planlama Kurulu, başbakanın başkanlığında toplanan, bünyesinde ekonomiden sorumlu bakan ve onlara bağlı üst düzey bürokratları barındıran, sekreteryalığını bir ölçüde Devlet Planlama Teşkilatı’nın gerçekleştirdiği bir önemli kurumdur. Türkiye’yi hedeflere taşıyacak, sorunlara kesin çözüm üretecek her türlü ekonomi politikasının tespiti ve revizyonu bur kuruldan geçmekte ve yapı olarak Milli Güvenlik Kurulu’nun tavsiye niteliğindeki kararlarına benzer şekilde, YPK’da belirlenen hususlar Bakanlar Kurulu’na gelmektedir. YPK’nın kararlarının Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girebilecek özellikte olanları, Bakanlar Kurulu onayı sonrası Resmi Gazete’ye gönderilerek yürürlüğe konulmakta, yasal değişiklik gerektirenleri ise, Bakanlar Kurulu onayı sonrası, bir yasa tasarısı olarak Meclis Başkanlığı’na sunulmaktadır. Yüksek Planlama Kurulu’nda onaylanan ve Bakanlar Kurulu tarafından kabul gören ekonomi politikalarına yönelik ana çerçeve, bu noktada, gerek Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB), gerekse de Maliye Bakanlığı açısından, para ve maliye politikası uygulamasında dikkate alınması gereken öncelikleri temsil etmektedir. Yüksek Planlama Kurulu, her yıl en yoğun çalışma periyodunu ağustos ayı ortasından ekim ayı ortasına kadar gösterir ve bu dönemde bir sonraki yılın programı ile bütçesi oluşturulur. Bu çerçevede, Yüksek Planlama Kurulu’nun önemli yetkilerinin yanı sıra, hiç değişmeyen üç görevi unutulmamalıdır. Birincisi, Türkiye’nin kalkınma planlarına son şeklini vermek; ikincisi söz konusu kalkınma planları çerçevesinde her yıl uygulanan ve ertesi yılın başında yürürlüğe girecek ‘yıllık program’a son şeklini vermek ve üçüncüsü ertesi yılın başında yürürlüğe girecek bütçeye son şeklini vermek olarak özetlenebilir. Bu noktada, Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı ile Bayındırlık Bakanlığı gibi bünyesinde yatırımcı kuruluşları barından bakanlıklar da, Devlet Su İşleri, Karayolları gibi kuruluşların yatırım bütçeleri için çetin bir pazarlık ortaya koyarlar ve tüm bu bütçe hazırlık süreci eylül ayı sonunda tamamlanarak, maliye bakanının Bakanlar Kurulu’na yapacağı sunuma hazır hale gelir. Bakanın sunumu sonrası, Bakanlar Kurulu’nda onaylanan bütçenin en geç 17 Ekim akşamına kadar Meclis Başkanlığı’na sunulması gerekmektedir. Aksi durumda, Hükümet Anayasa kuralına uymamış sayılır.

Yüksek Planlama Kurulu’nun, gerçekleştirdiği çok sayıda ekonomi politikası çalışmasının yanında, rutin olarak gerçekleştirdiği bu çalışmalarda, 2005 yılından itibaren bazı tarihsel adımlar atılmıştır. Birinci önemli değişiklik, Türkiye’nin planlama modeli üzerinde gerçekleşmiştir. Cumhuriyet kurulalı beri, 1933-1937 ve 1938-1942 5 yıllık sanayileşme planları dahil, Türkiye 1963’den günümüze 5 yıllık kalkınma planları ile gelmiştir. 2006 yılında 9. 5 Yıllık Kalkınma Planı’nın yürürlüğe girmesi beklenirken, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyelik için müzakerelere başlaması resmiyet kazanınca, 2005 yılında, Türkiye’nin kalkınma planlarının Avrupa Birliği (AB) Bütçesi’ne paralel gitmesinin uygun olacağı ifade edilmiştir. Bu noktada, AB’nin bütçesi 7 yıllıkken, Türkiye’nin kalkınma planı 5 yıllıktır. Bu noktada, Türkiye’nin bütçesinin de 7 yıllık olmasına karar verilir. Ayrıca, AB’nin yeni bütçesi 2007 yılında yürürlüğe girecek ve 2013 yılına kadar sürecektir. Bu noktada, Türkiye’nin 9. Kalkınma Planı’nın da 2007 yılında yürürlüğe girerek, 2007-2013 döneminde uygulanmasına karar verilir. Böylece, 2006 yılı bir geçiş yılı olur. Bu noktada, bu yılın başından itibaren Türkiye’nin 9. Kalkınma Planı 7 yıllık olarak yürürlüğe girmiştir ve ayrıntıları DPT’nin internet sitesinde yer almaktadır.

İkinci bir tarihsel adım ise, kalkınma planının içeriğini değiştirmek olmuştur. Daha önceleri Türkiye’nin kalkınma planları içerisinde büyüme, enflasyon, bütçe, istihdam, dış ticaret gibi alanlarına yönelik makro ekonomik hedefler yer almış, ancak yaşanan bir ulusal ve/veya uluslararası krizle, daha plan döneminin başında bu hedeflerin anlamsızlaştığı görülmüştür. Bu nedenle, yeni kalkınma planında Türkiye’nin başta AB’ye tam üyelik perspektifi olmak üzere, hedeflere ulaşmak adına nasıl bir yol haritası izlemesi gerektiği belirlenmiştir. Bu nedenle, DPT’nin kamuoyu ile geleceğe dönük makro ekonomik hedefleri paylaşmasını sağlamak amacıyla, kalkınma planı modelinin yanı sıra, ‘stratejik planlama’ modeline geçilmiştir. Yani, 2006-2008, 2007-2009 ve 2008-2010 dönemlerini kapsayacak şekilde, her yıl bir yıl ileriye gidecek şekilde, DPT hedefleri sürekli revizyondan geçen ve dinamik bir özellik gösteren söz konusu stratejik planları kamuoyu ile paylaşacaktır. Bu 3’er yıllık stratejik planlar ‘Orta Vadeli İstikrar Programı’ olarak adlandırılmıştır. Keza, söz konusu 3’er yıllık Orta Vadeli İstikrar Programı (OVİP) detayları da DPT’nin internet sitesinde yer almaktadır.

Ekonomik makro planlamasında, Yüksek Planlama Kurulu ölçüsünde ağırlıklı bir rolü olmasa da, diğer bir önemli kurum da Özelleştirme Yüksek Kurulu’dur (ÖYK). Özelleştirme Yüksek Kurulu, kurul üyelerinin kararları çerçevesinde, hangi kamu kuruluşun, ne zaman ve hangi yöntemle özelleştirileceğine karar vermektedir. Söz konusu özelleştirme yöntemleri olarak da,

• Blok Satış Yöntemiyle Özelleştirme
• Halk Arz Yöntemiyle Özelleştirme
• İlgili Kamu Kuruluşunu Parçalara Bölerek Özelleştirme

öne çıkmaktadır. Dünyada ve Türkiye’de en yaygın olarak kullanılan yöntem, blok satış yöntemidir. Bu yöntemle, özelleştirme ihalesine talip olan bir yerli veya yabancı özel kuruluş veya konsorsiyuma, en iyi teklifi vermesi koşulu ile, ilgili kamu kuruluşunun hisselerenin % 50’den fazlası satılmakta ve söz konusu kamu kuruluşunun yönetimi özel sektöre geçmektedir. Son dönemde, Hükümetlerin Türkiye’de tercih ettikleri bir başka özelleştirme metodu ise, hisselerin belirli bir bölümünü yerli ve yabancı yatırımcılara ‘Halka Arz’ yoluyla satmaktır. Bu noktada, ilgili kamu kuruluşunun hisselerinin % 50’den fazlası hala kamunun elindeyse, aslında söz konusu kamu kuruluşunun bir kısım hissesinin halka arzı, tam olarak özelleştirildiği anlamına da gelmemektedir. İlgili kamu kuruluşunun parçalara bölünerek özelleştirmesi modelinde, Sümerbank mağazaları, SEKA fabrikaları, limanlar ve Tekel’in sigara ve alkollü içecekler bölümlerinin parçalara ayrılarak satılması örnek gösterilebilir. Coğrafi zorunluluklar veya tapli yerli ve yabancı yatırımcıların beklenti ve talepleri böyle bir parçalanmayı gerektirmektedir. Özelleştirmede süreç, özelleştirilmesine karar verilen kamu kuruluşunun değerini belirleyecek ihaleye çıkmak, bu ihaley kazanan ve bu alanda ihtisaslaşmış bir uluslar arası finans kurumu ile fiyatın belirlenmesi ve ardından halka açık olarak ve genellikle televizyonlar karşısında esas özelleştirme ihalesinin yapılması olarak özetlenebilir. Sürecin son noktasında, Rekabet Kurulu ve Danıştay onayları da gerekebilmektedir. Tüm idari ve hukuki süreç tamamlandıktan ve dosya Özelleştirme Yüksek Kurulu’nca onaylandıktan sonra, devir işlemi gerçekleştirmektedir. İlk karardan, son aşamaya kadar, sürecin bütünü ÖYK adına Özelleştirme İdaresi Başkanlığı tarafından yürütülmektedir. (Sayfa 58; Slayt 13)

Bu çerçevede, Hükümet en önemli siyasi sorumluluğu taşıyarak ve onun adına TCMB’nin bağımsız bir kurum olarak dahil olduğu ‘Ekonomi Yönetimi’nin güdümünde yürüyen ekonomi politikalarına, YPK ve ÖYK tarafından da şekil verilmektedir. Ancak, bu süreçte Devlet Planlama Teşkilatı’nın rolü unutulmamalıdır. DPT; hem sekreteryalık göreviyle, hem de geleceğe dönük mikro ve makro projeksiyonlarıyla kritik öneme sahip kilit kuruluştur. Bu nedenle, ekonomi politikası değişikliğine gidilme aşamasında, söz konusu model değişikliğinin çeşitli yönlerinin ekonometrik olarak DPT’ye denetlendirilmesi kritik önemdedir. Ayrıca, belirlenen ekonomi politikalarının beklenen hedeflere ulaşılmasına imkan verip vermediği, mutlaka hesaplanan makro ekonomik göstergeler ile takip edilmelidir. Bu noktada, eski adıyla Devlet İstatistik Enstitüsü, yeni adıyla Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) katkısı çok önemlidir. Çünkü, TÜİK en kritik ekonomik ve demogreafik verileri hesap etmektedir. Bununlu birlikte, TÜİK dışında, TCMB, Maliye Bakanlığı, DPT, Hazine Müsteşarlığı, Dış Ticaret Müsteşarlığı, Gümrük Müsteşarlığı gibi kurumlar tarafından açıklanan makro verilerin de hayli önemli ve yol gösterici olduğu unutulmamalıdır. Bu noktada, açıklanan veriler hedefe göre önemli bir sapma olduğunu işaret ediyor ise, söz konusu ekonomi politikasının hızla gözden geçirilmesi yararlı olacaktır. (Sayfa 58; Slayt 13)

Yukarıda bilgilerin ışığında, ekonomi politikalarını, farklı açıları dikkate alarak ayırıma tabi tutmak mümkündür. Bununla birlikte, en yaygın kullanılan ayrıştırma yöntemi, kullanılan araç ve yöntemlere göre ayrıştırmadır. Buna göre, kullanılan araç ve yöntemlere bağlı olarak ekonomi politikaları, para politikası, maliye politikası ve direkt kontrol politikaları (fiyat kontrol politikaları ve dış ticaret kontrol politikaları) olarak üçlü bir ayırıma tabi tutulabilir.

İlerleyen bölümlerde para ve maliye politikaları ayrıntılı olarak ele alınmaktadır. Bu noktada, ayrıntılarına değineceğimiz para ve maliye politikası araçlarından yararlanarak, bir ülkenin kendisini deflasyonist bir baskıdan veya enflasyonist bir baskıdan kurtarmaya çalıştığı da görülmektedir. Ancak, şöyle bir farkla ki, eğer ilgili ülke ekonomisi enflasyonist baskı altında ise, aynı para ve maliye politikaları ekonomiyi daraltıcı boyutta uygulanacak; eğer ekonomi deflasyonist bir baskı altında ise, bu defa aynı para ve maliye politikası araçları ülke ekonomisini genişletici, canlandırıcı boyutta uygulanacaktır. Bu çerçevede, deflasyonist politika izleyen en tipik ülke ekonomisi örneği Japonya’dır. Enflasyonla mücadele eden bir ülke, faizleri yükseltip, ekonomideki likiditeyi daraltarak sıkı bir para politikası, vergi oranlarını arttırıp, kamu harcamalarını azaltarak sıkı bir maliye politikası izlerken, Japonya faiz seviyesini yıllık bazda % 0,1’e getirerek ve parasal genişleme ile tüketimi canlandırmaya, kamu maliyesi alanında ise vergi oranlarını azaltıp kamu harcamalarını arttırarak deflasyonla mücadele etmeye çalışmaktadır. Yani, enflasyonla mücadele eden bir ekonomiye göre aynı para ve maliye politikası araçlarını tersine kullanmaktadır.

1970’li yıllardan bu yana, enflasyonla mücadeleyi öngören programlarda iki ana kategori öne çıkmaktadır: Ortodoks Anti-Enflasyonist Politikalar ve Heterodoks Anti-Enflasyonist Politikalar. Ortodoks programlar, IMF'in alışılagelmiş enflasyonla mücadele programları olarak ifade edilebilir. Bu programlar enflasyonla mücadelede gereken başarıyı çoğunlukla yakalayamamıştır. Bu nedenle, alışılagelmiş yöntemlerin dışına taşan ve radikal bir uygulamayı gerektiren Heterodoks programlar zaman zaman öne çıkmıştır ve çoğunlukla başarılı olmuştur. Bu iki farklı programda ekonomik reformlar benzerlik arzederken, esas farkı reform sürecine geçiş öncesinde uygulanan stabilizyon süreci oluşturmaktadır. Heterodoks programlar, toplumsal uzlaşı içerisinde, tek bir partinin Meclis'te çoğunluğu elinde bulundurduğu periyodlarda, ekonomideki tüm fiyat türlerinin dondurulması suretiyle enflasyonda radikal bir düşüşü sağlayan 18 aylık programlar olarak da tanımlanabilir.


4.2 Maliye Politikası

Kamu Kesimi, bir yandan yaptığı harcamalar ile geliri artırıcı etki yaparken bir yandan da topladığı vergiler ile geliri düşürücü bir etkiye sahiptir. Devletin istihdam, gelir, fiyat seviyeleri gibi makro ekonomik değişkenleri etkileyebilmek için kamu harcamalarını (cari harcamalar, yatırım harcamaları ve transfer harcamaları) ve kamu gelirlerini (vergi gelirleri, vergi dışı normal gelirler, özel gelir ve fonlar) kullanması maliye politikası olarak adlandırılmaktadır. Örnek vermek gerekir ise, kamu harcamalarını artırarak ve/veya halktan ve kurumlardan toplanan verginin yükünü azaltarak ulusal ekonomideki toplam tüketim harcamalarını artırmaya yönelik olarak izlenen maliye politikasına genişlemeci maliye politikası, kamu harcamalarını azaltarak ve/veya vergileri artırarak toplam tüketim harcamalarını azaltmaya yönelik politikaya da daraltıcı maliye politikası denmektedir. Maliye politikasının etkinliği iki temel faktöre bağlıdır:

Yatırım harcamalarının faiz hadlerine olan duyarlılığı
Talep edilen para miktarının faiz hadlerine olan duyarlılığı.

Maliye Politikası araçlarını Kamu Maliyesi Gelir Araçları ve Kamu Maliyesi Harcama Araçları olarak ikiye ayırabiliriz. Kamu Maliyesi Gelir Araçları 3 temel başlıktan oluşur. Bunlar sırasıyla Vergi Gelirleri, Vergi Dışı Normal Gelirler ve Özel Gelir ve Fonlar’dan oluşur. Vergi Gelirleri doğal olarak kamu kesiminin toplam gelirlerinin önemli bir bölümünü kapsamaktadır. Doğrudan veya Direkt Vergi Gelirleri ile Dolaylı veya İndirekt Vergi Gelirleri olmak üzere iki ayrı gruptan oluşmaktadır. Doğrudan veya Direkt Vergiler, Gelir Vergisi, Kurumlar Vergisi ve Götürü Usülde vergilendirilen mükelleflerden alınan ve Gelirden Alınan Vergiler’den oluşan grubu ve Motorlu Taşıtlar Vergisi, Çevre Vergisi, Veraset ve İntikal Vergisi, Emlak Vergisi gibi, mükellefin doğrudan vergi dairesine veya ilgili birimlere ödediği veya bir kurum aracılık etse de, ne kadarlık bir vergi ödediğine vakıf olduğu vergi türlerini temsil etmektedir.

Dolaylı veya İndirekt Vergiler ise, mal ve hizmetlerin fiyatlarının içerisine yedirilmiş ve çoğunlukla ne kadar ödediğimizi bilemediğimiz vergilerdir. Söz konusu vergi gelirleri arasında en çok bilinenlerin Katma Değer Vergisi, Özel Tüketim Vergisi, Akaryakıt Tüketim Vergisi ve Banka ve Sigorta Muamele Vergisi olarak sıralanabilir. 1980’lerin sonuna doğru direkt vergilerin toplam vergi gelirleri içerisindeki payı % 70, dolaylı vergilerin payı % 30 iken, 2000’li yıllarda söz konusu ana vergi gruplarının toplam içerisindeki rollerinin değiştiği gözlenmektedir. Oysa, daha dengeli bir vergi sistemi için direkt vergilerin toplamdaki payının arttırılması önemlidir. Türkiye’nin vergi gelirleri açısından bir diğer kritik sorunu ‘kayıt dışı’ ekonominin varlığıdır. TÜİK’in resmi verileri, Türkiye’de 23 milyon civarındaki çalışan kesimin % 50’den fazlasının kayıt dışı olduğunu göstermektedir. Bu nedenle, Türkiye hem gelir vergisi açısından, hem de sosyal güvenlik sistemi prim ödemeleri açısından önemli bir kayba uğramakta, potansiyel gelir kaybı yaşanmaktadır.

Vergi Dışı Normal Gelirler ise, adından da anlaşılacağı üzere, Kamu Kesimi’nin vergi kapsamına girmeyen, ancak düzenleme ile elde etmeye alışık olduğu gelirlerdir. Devlet Patrimuvanı Gelirleri en önemli örnektir. Devletin sahip olduğu menkul ve gayrimenkullerin satışından ve/veya kiralanmasından elde edilen gelirler bu kapsama girer. Kıymetli evrak denilince, Hazine’nin ihraç ettiği bono ve tahviller sadece akla gelmemelidir. Vatandaşın Devletten temin ettiği Nüfus Cüzdanı, Ehliyet, Pasaport, Diploma, Tapu Senedi gibi belgeler de yine Kamu’nun vatandaşa belirli bir bedel karşılığında kullandırdığı belgelerdir ve bu kıymetli evraklardan da gelir elde edilir. Taşınmazların satılması ve kiralanmasından elde edilen gelirler ise malumdur. Ayrıca, Trafik ve Vergi Cezaları’nın da; devlete ait iştiraklerin kazançlarından düşen pay da Vergi Dışı Normal Gelirler kapsamındadır. Özel Gelir ve Fon Gelirleri ise Türkiye’nin bir kez elde ettiği gelirlerden ve 2000 yılı başına kadar sayıları 75 iken, bugün tasfiye sürecinde olan Fonlar’dan gelen gelirlerden oluşmaktadır. 1. Körfez Savaşı esnasında, Türkiye’nin uğradığı zarar nedeniyle yapılan hibe yardımları ve 17 Ağustos Depremi nedeniyle bir defaya mahsus olmak üzere gerçekleştirilen Bedelli Askerlik uygulamasından elde edilen gelirleri Özel Gelirler kapsamında örnek olarak gösterebiliriz.

Kamu Kesimi Harcama Araçları ise 4 ayrı bölümden oluşmaktadır. Bunlar sırasıyla, Personel Harcamaları, Diğer Cari Harcamalar (Devletin Güvenlik Harcamaları ile Diğer Kamu Kurumlarının rutin, günlük tüketim ve demirbaş harcamalarından oluşur), Yatırım Harcamaları (Kamu’nun Milli Servete katkı anlamında kalıcı olan sabit sermaye harcamaları) ve Transfer Harcamaları’ndan oluşur. Transfer Harcamaları 25 alt harcama kalemi ile en yoğun kalemdir ve bu kalemler içerisinde yer alan Faiz Harcamaları, KİT’lere transferler, Emekli ve İhracatçılara Vergi İadesi, Sosyal Güvenlik Kuruluşları’na transferler, Tarım Desteklemesi gibi ana kalemler nedeniyle Kamu’nun en çok harcama yaptığı alandır. Dolayısı ile, yukarıda sıralanan 3 temel gelir kalemi ile 4 temel harcama kalemini kullanarak, ekonomi yönetimi ya Türkiye’de olduğu gibi enflasyonla mücadeleye katkı sağlayan bir daraltıcı maliye politikası, ya da Japonya’da olduğu gibi deflasyonla mücadele adına genişletici maliye politikası izleyebilmektedir. Daraltıcı maliye politikasında vergi oranları arttırılarak, devletin elde ettiği gelirler arttırılarak ve harcamalar kısılarak kamu kesiminin enflasyon etkisi sınırlandırılmakta, kamu açığı azaltılmaya çalışılmaktadır. Genişletici maliye politikalarında ise halktan toplanan vergi azaltılarak, vergi oranları düşürülerek halkın tüketim eğilimi güçlendirilmekte, tüketim teşvik edilmekte, ayrıca kamu harcamaları arttırılarak, kamu kesiminin iç talebi desteklemesi sağlanaktadır.

4.3 Para Politikası


Para politikası, her ülkenin merkez bankasının çeşitli makro hedefleri gerçekleştirmek ve/veya çeşitli makro sorunlara çözüm yaratmak amacıyla çeşitli parasal araçlar vasıtası ile uyguladığı politikayı ifade etemktedir. Dünyada, bağımsız, yarı bağımlı ve tam bağımlı merkez bankacılığı uygulamalarına bağlı olarak, para politikasının etkinliği merkez bankasının pozsyonuna göre farklılık arzetmektedir. Yani, bir ülkenin merkez bankasının bağımsızlığı ile para politikasının etkinliği arasında doğru orantılı bir ilişki söz konusudur. Piyasa ekonomisi mantığının benimsenmiş olduğu bir ekonomide Merkez Bankası’nın özerkliği çok önemlidir. Özellikle, 5 Kasım 2001 tarihinde yürürlüğe giren son düzenleme TCMB’na özerklik konusunda yeni olanaklar sağlamaktadır. Merkez Bankası faiz ve döviz kuru silahını kullanarak, ekonomideki parasal büyüklükleri etkiler; parasal büyüklükleri baskı altında tutar veya parasal büyüklükler üzerindeki baskıyı hafifletir. Para politikası kararları alınırken ekonomi yönetiminin ve onun bir parçası olarak Merkez Bankası’nın temel hedefi enflasyona neden olmaksızın tam istihdam düzeyine ulaşmak ve bunu sürdürmektir. Parasal büyüklüklerin ve ekonomideki likiditenin daha hızlı genişlemesini ve faiz oranlarının düşmesini sağlamaya yönelik para politikasına genişlemeci para politikası, para arzındaki artışı yavaşlatmayı, hatta para arzını daraltmayı ve faiz oranlarının yükselmesini sağlamaya dönük para politikasına da daraltıcı para politikası denmektedir. Para politikasının etkinliği iki anahtar etmene bağlıdır:
Reel para talebinin faiz oranına duyarlılığına.
Yatırım talebinin faiz oranına duyarlılığına.

Merkez bankası temelde beş temel para politikası aracı kullanmaktadır. Bunlar,
Zorunlu Karşılıklar Oranı
Disponibilite Oranı
Reeskont Oranı
Açık Piyasa İşlemleri
Bankacılık Sistemi’nin Yönlendirilmesi

Ekonomi alanında bilinen en temel denge olarak M.V=P.T olarak ifade edebileceğimiz Cambridge Denklemi’nde; esasen 'P' Fiyatlar Genel Seviyesi’ni, 'T' ise Ticari işlem Hacmi’ni temsil eder. Aslında P.T Nominal GSMH’dır. Yani, 'M' Para Arzı ve 'V' Paranın Dolaşım Hızı’nın (para arzının ortalama kullanım hızının) çarpımı Nonimal GSMH’ya eşittir. Eğer, Nominal GSMH için bir artış oranı hedefi var ise, ki bu hedef 2002 yılı için % 58’dir. Para Arzı ile Paranın Dolanım Hızı’nın çarpımı sonrası ortaya çıkan değerin de yine eşitliği sağlamak anlamında % 58 artması gerekir. Bu durumda, eğer ekonomide paranın dolanım hızı V düşüyor ise, GSMH artış hedefini gerçekleştirmek için Merkez Bankası Para Arzı M’yi arttırmak zorundadır. Nitekim, TCMB 31 Mart 2002 tarihli Zorunlu Karşılıklar ve Disponibilite Tebliği ile bu noktayı hedeflemiştir.

Ulusal ekonomi birbirinden farklı Para Arzı tanımlarını bünyesinde bulundurur. Merkez Bankası elindeki beş adet para politikası silahı ile ya para arzlarını daraltarak, ya da genişlemesine izin vererek hedeflere ulaşılmasına, makro değişkenlerin etkilenmesine çalışır. Para Arzı tanımları 2007 yılından itibaren değişmiştir. Eski tanımlar şöyleydi:

M1 Para Arzı= Dolaşımdaki Para (Dolaşıma Çıkmış Banknot+Madeni Para – Banka Kasaları) + Vadesiz Ticari Mevduat + Vadesiz Tasarruf Mevduatı + Vadesiz Diğer Mevduat + TCMB’deki Mevduat
M2 Para Arzı= M1 Para Arzı + Vadeli Ticari Mevduat +Vadeli Tasarruf Mevduatı + Vadeli Diğer Mevduat
M2Y Para Arzı= M2 Para Arzı + Döviz Tevdiat Hesapları
M3A Para Arzı= M2 Para Arzı + Resmi Mevduat
M3 Para Arzı= M3A Para Arzı + TCMB’deki Diğer Mevduat
M3Y Para Arzı= M3 Para Arzı + Döviz Tevdiat Hesapları
formülleri ile bulunabilmektedir.
Yeni tanımlara göre ise, M1 Para Arzı Dolaşımdaki Para (Emisyona Çıkan Banknot+ Madeni Para – Banka Kasaları) ile Vadesiz Mevduat’ın (Mevduat Bankaları, Katılım Bankaları ve TCMB’deki YTL+Yabancı Para YP) toplamından oluşmaktadır. M2 Para Arzı M1 Para Arzı’nın üzerine yukarıda parantez içerisinde sıraladığımız banka gruplarının Vadeli YTL ve Yabancı Para (YP) Mevduatı’nın toplamının eklenmesiyle bulunuyor. Ve, son Para Arzı tanımı olan M3 Para Arzı ise, M2 Para Arzı’nın üzerine Repo İşlem Hacmi’nin ve Para Piyasası Fonları’nın (B Tipi Likit Fonlar) eklenmesi ile bulunmaktadır. Dolayısıyla, M2 ile M2Y Para Arzı tanımları yeni M2 Para Arzı içerisinde yedirilmiş gözükmektedir. M3A Para Arzı kaldırılmıştır ve M3 Para Arzı’nın tanımı ise tümüyle değiştirilmiştir. Bu nedenle, artık yeni Para Arzı tanımlarının dikkate alınması gerekmektedir.

Eğer, TCMB Analitik Bilançosu incelenir ise, Türk Cumhuriyet Merkez Bankası’nın yarattığı en büyük parasal değer ise Merkez Bankası Parası olarak ifade edilebilir, ki Merkez Bankası Parası içerisinde Rezerv Para’yı da içermektedir.

Emisyon + Bankalar Zorunlu Karşılıkları + Bankalar Serbest Mevduatı + Fon Hesapları + TCMB Nezdindeki Banka Dışı Kesim Mevduatı = Rezerv Para’ya eşit olup;

Rezerv Para + Açık Piyasa İşlemleri + TCMB Nezdindeki Kamu Mevduatı = Merkez Bankası Parası’nı vermektedir.

Özellikle, IMF ile 1994 yılından bu yana gerçekleştirilen stand-by anlaşmalarına bağlı olarak, Merkez Bankası’nın klasik bilanço mantığına dayalı olarak hazırlanan Merkez Bankası Vaziyet (Aktif-Pasif) Durumu, daha etkin izlenebilir olması açısından Analitik Bilanço’yla takibe ağırlık verilmiştir. Bu çerçevede, Vaziyet’in Aktif ve Pasif’inde yer almakta olan kalemler, Analitik Bilanço’nun Aktif ve Pasif tarafında dört ana kalem altında birleştirilmiştir.


İdeal bir Merkez Bankası Analitik Bilançosu’nda Aktiflerin önemli bir kısmının Dış Varlıklar’dan oluşması, Pasifte ise ağırlığın Merkez Bankası Parası’nda olması arzu edilir. TCMB, bu konuda önemli bir ilerleme kaydetmiş olmakla birlikte, yine de henüz ideal dengeyi oluşturamamıştır.

4.4 Enflasyon Hedeflemesi

Enflasyon hedeflemesi, gerek gelismiş ülkelerde, gerekse gelismekte olan ülkelerde başarısı kanıtlanmıs ve giderek artan sayıda ülke tarafından uygulanan bir para politikası rejimidir. Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (Merkez Bankası), 2002 yılı başında para politikasının genel çerçevesine iliskin yaptığı duyuruda, para politikasında nihai hedefin enflasyon hedeflemesine geçmek olduğunu, ancak gerekli ön koşullar tamamlanmadan enflasyon hedeflemesine geçilmesinin rejimin güvenilirliğini daha baslamadan sarsacagını ve bu nedenle enflasyon hedeflemesine geçiş için, para politikasının etkinligini kısıtlayan unsurların zayıflamasının beklenecegini vurgulamıştı. Aynı duyuruda, enflasyon hedeflemesi rejimine geçilene kadar “örtük enflasyon hedeflemesi” uygulanacağı belirtilmisti. Bu doğrultuda, Hükümet ile birlikte enflasyon hedefleri saptanmıştır. Kısa vadeli faiz oranları enflasyonla mücadelede etkin olarak kullanılırken, para tabanı da ek bir çapa olarak belirlenerek, enflasyon hedeflerinin güvenilirliğinin artırılması amaçlanmıştır. Uygulanan bu politika; Merkez Bankası’nın bağımsızlığı yolunda atılan adımlar, mali disiplin ve süregelen yapısal düzenlemelerin de katkısıyla, fiyat istikrarı yolunda önemi yadsınamaz kazanımları da beraberinde getirmiştir.

Geçen süre zarfında, dalgalı kur rejimine uyum artmış ve enflasyon hedeflemesi rejimine geçis için elverişli bir ortam oluşmasına yönelik önemli mesafeler alınmıştır. Bu noktada, enflasyon hedeflerinin tümüne ulaşılmış, güvenilirlik artmış, enflasyon bekleyişleri hedeflere yakınsamıştır. Ekim 2005 itibariyle gerek yeni TÜFE Endeksi’nin yıllık yüzdesel değişim oranı, gereksede yeni ÜFE Endeksi’nin yıllık değişim oranı son 30 yılın en düşük seviyesine ulaşmıştır. Enflasyonla mücadelenin önemli bir saç ayağı olarak, Kamu borç stokunun çevrilebilirliğine ilişkin tartışmalar geçmişte ekonomideki gündem maddeleri arasında ilk sıralarda yer alırken, yine 2005 yılından itibaren büyük ölçüde gündemdeki önemini kaybetmiştir. Yani, Kamu Maliyesi’ne yönelik disiplinin sürekliliği konusundaki kaygılar büyük ölçüde hafiflemiştir. Yine, söz konusu dönemde, finansal piyasaların derinliği artmaya başlamış, finansal kesimin kırılganlıgı azalmıştır.

Ekonomik istikrarda alınan mesafeler ters dolarizasyon sürecinin baslamasını sağlamış, zaman zaman kesintiye uğrasa ve alınması gereken daha mesafe olsa da, portföy tercihlerinde Türk parası cinsinden yatırımların ağırlığı artmaya başlamıştır. Yine bu süreçte, Türk lirasından altı sıfır atılarak Yeni Türk Lirası’na geçilmiştir. Para reformu olarak adlandırdığımız bu adım, elde edilen kazanımların kalıcılığına duyduğumuz güvenin bir göstergesi olmuştur. Orta vadeli programın açıklanması, Avrupa Birliği ile tam üyelik amaçlı müzakere sürecinin başlaması ve Uluslararası Para Fonu (IMF) ile yapılan anlaşmayla birlikte temel makroekonomik değişkenlerin öngörülebilirliği daha da artmaya başlamıştır.

2001–2005 döneminde, enflasyon hedeflemesi rejimine geçilmesi açısından ön koşullardan bir diğeri olan para politikasında kurumsal alt yapının iyileştirilmesi konusunda da çok önemli adımlar atılmıştır. Bu süreç içinde Merkez Bankası, kurumsal çerçevesini etkinleştirmiş, iletişim politikasını daha net ortaya koymus, bilgi setini genişletmiş ve enflasyon öngörü yöntemlerini geliştirmiştir. Ayrıca geçen zaman içinde, Merkez Bankası bağımsızlığı konusunda uygulama anlamında önemli mesafe alınmış; bu gelişme, kronik enflasyonist sürece tekrar dönülmeyeceği konusundaki bekleyişleri de güçlendirmiştir.

Bütün bu gelişmeler, enflasyon hedeflemesi rejimine geçilmesi için ön koşulların büyük oranda oluştuğuna ve doğru zamanın yaklaşmakta olduğuna işaret etmistir. Gerek Türkiye İstatistik Kurumu’nun yayımladığı fiyat endekslerinde yapmış oldugu değişiklikler, gerekse gerçekleştirilen para reformu nedeniyle, Merkez Bankası, 2005 yılında da enflasyon hedeflemesi rejimine geçmemiş, ancak bu dönemi enflasyon hedeflemesi rejimine geçiş için son hazırlık dönemi olarak ilan etmiştir. Bu hazırlık döneminde para politikasının daha da kurumsallaşması yönünde atılan adımlar, para politikası stratejisi uygulamasını enflasyon hedeflemesi rejimine bir kademe daha yaklaştırmıştır. Söz konusu dönemde, Para Politikası Kurulu toplantıları önceden belirlenen ve kamuoyuna ilan edilen tarih ve saatte yapılmaya ve faiz kararları bu toplantılardan sonra ve toplantıdaki görüşler de dikkate alınarak takip eden işgünü saat 9:00’da açıklanmaya başlanmıştır. Kararların ardından ise, Para Politikası Kurulu üyelerinin de görüşlerini içeren ve kararın gerekçesi niteliğinde bir metin gecikmeksizin yayımlanmaya başlanmıştır. Bu metinler sadece mevcut kararı gerekçelendirmekle sınırlı kalmamıs, faiz oranlarına iliskin kararların gelecekte izleyecegi seyre iliskin sinyaller de vermiştir.

Yine bu dönemde kurum içinde organizasyon yapısı yenilenmiş ve para politikasına ilişkin görev tanımları netleştirilmiştir. Sonuç olarak, son dört yıllık dönemde özellikle de son bir yıl içinde para politikasının öngörülebilirliği belirgin bir ölçüde artmış, kurumsal altyapı ve şeffaflık konusunda önemli gelişmeler yaşanmıştır.

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası, 2006 yılında para politikası kurumsallaşma süreci çerçevesinde enflasyon hedeflemesi rejiminin uygulamasına geçmiştir. Bu rejim ile birlikte, son yıllardaki “düşen enflasyon” sürecinden “fiyat istikrarı” sürecine doğru ilerlenmesi planlanmaktadır. Bu kapsamda, önümüzdeki dönemde para politikasının genel çerçevesinde, enflasyon hedefleri ve bu hedeflere ulaşmak için izlenecek politikalar konusunda giderek artan bir açıklık ve hesap verme söz konusu olacaktır.

Merkez bankalarının birincil ve öncelikli amacı fiyat istikrarını sağlamak ve sürdürmektir. Enflasyon hedeflemesi ise, fiyat istikrarına ulasılabilmesi amacıyla uygulanan ve giderek yaygınlaşan bir para politikası stratejisidir. Akademik yazında birçok farklı tanım bulunsa da, uygulamalara bakıldığında, enflasyon hedeflemesi rejimini diger rejimlerden ayıran iki ana unsurun bulunduğu görülmektedir:

1. Enflasyon hedeflemesi rejimi uygulayan merkez bankaları, enflasyon hedeflerini rakamsal olarak açıklamakta, bu hedeflere ulasmayı taahhüt etmekte ve açıklanan hedeflere ulaşılamaması durumunda kamuoyuna hesap vermekle yükümlü olmaktadırlar.

2. Para politikası kararlarının ekonomiyi etkilemesi belli bir süre gerektirdiginden, merkez bankaları bugünkü enflasyonu değil, gelecekteki enflasyonu kontrol edebilmekte, bu amaçla belirli zaman aralıklarıyla enflasyon tahminleri olusturmakta ve bu tahminleri kamuoyu ile paylaşmaktadırlar. Bu nedenle, enflasyon hedeflemesi rejimi çoğu zaman “enflasyon tahmini hedeflemesi” olarak da adlandırılabilmektedir. Bu doğrultuda, öngörülerin enflasyon hedefi ile tutarlılığı ve hedeften sapma konusundaki riskler kamuoyuna anlatılmaktadır.

Türkiye’de uygulanan para politikası kademeli olarak enflasyon hedeflemesi rejimine yaklaşmıştır. 2006 yılında ise seffaflık ve hesap verebilirlik alanında atılacak yeni adımlar ile, uygulanacak olan para politikası artık enflasyon hedeflemesi rejimi olarak tanımlanacaktır. Diğer ülke örnekleri ve Türkiye’nin geçmiş deneyimleri incelendiğinde, enflasyon hedeflemesi rejiminin para politikasında bir son olmadığı; aksine, kesintisiz bir “gelişme” sürecinin bir parçası olduğu görülmektedir. Kuskusuz, bu gelisme süreci sadece politika uygulayıcıları için değil, tüm ekonomik birimler için de geçerlidir. Bu süreçte kamuoyu ile karşılıklı etkileşimin ve bilgi paylaşımının artması, rejimi daha işlevsel ve etkin kılacaktır. Bu doğrultuda, Merkez Bankası açısından önümüzdeki dönemin başlıca gündem maddeleri, şeffaflığın, hesap verebilirliğin ve öngörülebilirliğin artırılması olacaktır. Önümüzdeki dönemde uygulanacak para politikasının ana ilkeleri şu şekilde ifade edilebilir.

Merkez Bankası, enflasyon hedeflemesi rejimi konusunda 2000 yılından bu yana çalışmalarını sürdürmektedir. Türkiye’de enflasyon hedeflemesi rejiminin ana çerçevesi oluşturulurken, bu rejimi uygulayan 20’yi askın gelişmiş ve gelişmekte olan ülkenin deneyimlerinden faydalanılmıstır. İncelenen ülke örnekleri, tarihsel, kültürel, ekonomik ve siyasal farklılıklar nedeniyle, “her ülkeye uygun tek ve en iyi uygulama” olmadığını göstermiştir. Dolayısıyla, enflasyon hedeflemesi rejimi çerçevesinde genel yapı olusturulurken, Türkiye’ye özgü bir modelin oluşturulması gerektigi göz önüne alınmıştır.
Kamuoyu tarafından kolay anlaşılabilirliği ve iletisim açısından avantajları göz önüne alınarak, enflasyon hedefi “nokta hedef” olarak belirlenmiştir. Toplumun her kesimi tarafından kolaylıkla takip edilebildigi ve günlük yasam maliyetini iyi ölçen bir gösterge olduğu için, enflasyon hedefinin Tüketici Fiyat Endeksi üzerinden tanımlanması tercih edilmistir. Bu doğrultuda, hedeflenen değişken 2003 temel yılı Tüketici Fiyat Endeksi’nin yıllık yüzde değişimi ile hesaplanan yılsonu enflasyon oranıdır. 2006 yılından itibaren üç yıllık bütçe uygulamasına geçildigi göz önüne alındığında, üç yıllık bir hedef patikasının açıklanmasının, enflasyon hedeflerinin içsel tutarlılığını ve diger makroekonomik projeksiyonlarla uyumunu artıracağı düşünülmektedir. Bu nedenle, enflasyon hedeflemesi rejiminin bu ilk aşamasında hedefler üç yıllık olarak ilan edilmektedir. Katılım Öncesi Ekonomik Program ve üç yıllık bütçe planlarıyla uyumlu olarak, 2006, 2007 ve 2008 için yılsonu hedefleri sırasıyla % 5, % 4 ve % 4 olarak belirlenmiştir. 2009 yılsonu hedefi ise 2006 yılı içinde açıklanacaktır.

4.5 Daraltıcı ve Genişletici Ekonomi Politikaları

4.2 ve 4.3 alt bölümlerinde ayrıntılı olarak ele alınmış olan para ve maliye politikası araçları, eğer ekonomi enflasyonist bir süreç içerisinde ise ekonomiyi daraltmak amacıyla; eğer ekonomi deflasyonist bir süreçte ise (Japonya örneğinde olduğu gibi) ekonomiyi genişletmek ve canlandırmak amacıyla kullanılabilmektedir. Yani, ülke Merkez Bankası kontrolundaki zorunlu karşılıklar, disponibilite ve reeskont oranını yüksetmek suretiyle ve Açık Piyasa İşlemleri (APİ) yoluyla sisteme Hazine kağıdı satarak veya repo ihalesi gerçekleştirerek, ekonomideki likiditeyi daraltabilir. Böylece, tüketime yönelecek ve enflasyonu kamçılayacak bir likiditeyi halkın cebinden çekmiş (strelize etmiş) olur. Bir örnek vermek gerekir ise, Merkez Bankası'nın reeskont oranını yükseltmesi, daraltıcı bir para politikası adımı olarak bankaların da ticari kuruluşlara uygulayacakları iskonto oranını etkiler ve yükselmesine neden olur. Zorunlu karşılık oranını yükselterek, Merkez Bankası enflasyonla mücadele açısından para çarpanını düşürmeye çalışır. Aynı şekilde, kamu gelirlerini arttırmak için vergi oranlarının yükseltilmesi ve kamu harcamalarının kısılması yoluyla, daraltıcı bir maliye politikası uygulanması suretiyle, kamu harcamalarının ve onun da ötesinde kamu açığının enflasyonist etkisi minimize edilmeye çalışılır.

Eğer, söz konusu olan bir Japon ekonomisi ise, Merkez Bankası ekonomiyi deflasyonist etkiden kurtarmak için, ekonomiyi rahatlatmak ve hareketlendirmek için genişletici para politikası uygular ve zorunlu karşılık, disponibilite ve reeskont oranlarını düşürerek sisteme likidite girmesine çalışır. Ayrıca, kamu gelirlerini azaltıcı ve kamu harcamalarını arttırıcı bir genişletici maliye politikası uygulanması gerekir. Örneğin, vergi oranları düşürülerek vatandaşın cebinde daha fazla para kalması sağlanarak tüketim teşvik edilir. Merkez Bankası ekonomideki temel dengeler sabit iken, genişletici para politikası uygulayarak, örneğin bir Acık Piyasa İşlemi olarak, bankalardan devlet tahvili satın alması, ekonomideki likiditeyi arttırıcı etki yaratacaktır. Ya da, reeskont oranını düşürmesi ticari bankaların Merkez Bankası'ndan kredi kullanma maliyetlerini, bankaların da reel sektöre kredi kullandırma maliyetini azaltır. Faiz oranlarını düşürmekte halkı tasarruftan tüketime yönlendirmek için bir araç olarak kullanılabilir. Ancak, Japonya faiz oranlarını öyle bir seviyeye düşürmüştür ki, ekonomi Likidite Tuzağı'na düşmüştür. Yani, ekonominin aktörlerinin çok düşük olan faiz seviyesine olan duyarlılıkları sıfırlanmıştır. Faiz seviyesine tepki vermemektedirler. Kısacası, para arzındaki artış yatırımları ve tüketimi etkileyememektedir.

4.6 Para Politikası Araçları ile Makro Büyüklükler Arasındaki İlişkiler

Merkez Bankası'nın iki önemli silahı olarak döviz kurları ve faiz hadlerindeki gelişmelerin makro değişkenler üzerindeki etkisi şu ana başlıklar altında toplanabilir:
Merkez Bankası elindeki para politikası ile ekonominin aktörlerinin beklenti ve tercihleri üzerinde etkili olmaya çalışır. Özellikle, enflasyonla mücadele programının uygulandığı bir ekonomide, bu mücadelede başarı yakalanabilmesi açısından beklenti ve tercihleri yönlendirmek önemlidir.
Merkez Bankası uyguladığı para politikası ile fiyat istikrarını hedefler. TCMB Başkanı Süreyya Serdengeçti bu temel hedefin altını birçok defa çizmiştir.
Fiyat istikrarını zedeleyebilecek bir etki yaratmaması koşulu ile, Merkez Bankası diğer makro büyüklükler üzerinde etkili olabilecek para politikası değişiklikleri gerçekleştirebilir. Yani, Merkez Bankası fiyat istikrarı olumsuz yönde etkilenmediği müddetçe ekonomide kaynak arz ve talebindeki dengesizlikleri gidermeye çalışır. Örneğin, enflasyonist beklentileri kırmak için 2000 yılında faizleri % 6.5'e kadar yükselten FED, 2001 yılında ekonomi durgunluğa sürüklenince, enflasyonist baskının hafiflemesine bağlı olarak, fiyat istikrarını tehdit edecek bir etkinin var olmaması nedeniyle, faiz haddini % 1.75'e kadar düşürmüştür. Ancak, bunun altında bir faiz haddinin fiyat istikrarını zedeleyebileceği beklentisi ile faiz haddini daha aşağı çekmemektedir.
Merkez Bankası faiz haddi silahını, toplumun veya bir başka değişle ekonomide gerçek ve tüzel kişilerin tasarruf-tüketim tercih kanalını etkilemek için kullanır. Yani, faiz haddini düşürerek, deflasyonist bir ortamda ekonominin aktörlerini daha fazla tüketime, enflasyonist bir ortamda ise faizi yükselterek ekonominin aktörlerini tasarruf etmeye teşvik eder.
Para Politikasının kısa vadeli sermaye hareketleri üzerinde de önemli bir etkisi vardır. Döviz kurlarındaki artışın enflasyona paralel seyretmediği, kur artışının baskı altında tutulduğu periyodlarda, yüksek faiz kısa vadeli sermaye hareketlerini artırıcı etki yaratır. Bu nedenle, portföy amaçlı sermaye girişinde görülen yoğunlaşma 'Sıcak Para Girişi' olarak nitelendirilir. Faiz hadleri düşük seviyedeyken bir kur sıçraması ise sermaye çıkışına neden olmaktadır. Bu tür ani sermaye çıkışları Merkez Bankası'nın döviz rezervlerinin azalmasına ve kritik gelişmelere sebebiyet vermektedir.
Kısa vadeli faizler Konsolide Bütçe hedeflerini de etkiler. Merkez Bankası faiz uygulamasında bütçe hedeflerini ve Hazine'nin borçlanma maliyetini gözetmek zorundadır. Faiz haddinin gereğinden fazla yükselmesi ve bu nedenle Hazine'nin hedeflenenin üzerinde bir faiz ile borçlanması, bütçenin faiz ödemeleri kaleminde sapmaya ve bütçe hedeflerinin tutturulamamasına yol açacaktır.
Faizlerde dalgalanma bankacılık sektörü açısından ciddi belirsizliklerin oluşmasına yol açar. Merkez Bankası elindeki para politikası araçları ile istikrarlı ve sürdürülebilir bir büyüme sürecini sağlayabildiği ölçüde, sürdürülebilir bir büyüme, bankacılık sektörü ve sermaye piyasasında faaliyet gösteren şirketlerin düzenli faaliyet geliri elde etmeleri anlamına gelir. Düzenli faaliyet geliri ise şirketlerin sermaye yapılarının güçlenmesi anlamına gelir. Güçlü bir finans sistemi ise gelecekteki büyüme sürecinin bir garantisidir.
Dolayısı ile para politikasının bir başka önemli hedefi finansal sistemin sağlıklı bir yapı içerisinde olmasıdır. İstikrarsız bir ortam finansal sistemin de sağlıklı yapısını zedelemekte, tasarruf sahiplerinin endişeleri finansal sisteme emanet edilen kaynağın vadesinin kısalmasına ve finansal sistemdeki risklerin daha da artmasına yol açmaktadır.
Ekonomide yatırım-tasarruf dengesi bozulup tasarruf açığı oluştukça reel faiz seviyesi yükselme eğilimi gösterir. Bu tür yapısal sorunlar para politikası vasıtası ile atlatılmaya çalışılır.
Reel faizlerin yükselmesi, halkın tasarruf eğilimini güçlendirdiğinden ve risk algılamasını yükselttiğinden paranın dolanım hızını düşürür. Paranın devir hızının azalması ise vergi gelirlerinin azalmasına ve bu nedenle bütçe hedeflerinde sapmaya neden olacaktır.
Ülkenin yerel parasının uygulanan kur politikası nedeniyle değerlendiği ve rekabet gücünün gerilediği bir ortamda, ihracat hacminde görülebilecek gerilemeler dış ticaret açığının büyümesine ve ihracata yönelmiş şirketlerin faaliyet gelirlerinin azalması nedeniyle vergi gelirlerinde kısmi azalmaya neden olacaktır. Bununla birlikte, ithalat ucuzlayacağından maliyet enflasyonu baskısı kısmen azalır.
Ülkenin yerel parasının uygulanan kur politikası nedeniyle değer yitirmesi ise rekabet gücünün artmasına ve bu nedenle dış ticaret dengesinin, cari işlemler dengesinin ve bütçe dengesinin olumlu yönde etkilenmesine yol açacaktır. Ancak, eğer ihracat amaçlı üretim ithal hammadde ve girdilere bağımlı ise, yerel paranın değer kaybetmesi üretim maliyetlerinde artışa yol açarak maliyet enflasyonu baskısını arttırabilir.

Makro Denge açısından çeşitli makro büyüklükler arasındaki sebep-sonuç ilişkisi ise şöyle özetlenebilir:
Rekabet gücü gerileyen bir ekonomide bütçe gelirleri reel olarak gerileme riski ile karşı karşıyadır.
Gelir dağılımında artan deformasyon makro dengelerin tesisini zorlaştırır.
Sermaye hareketleri ekonominin makro dengesini etkileyici sonuçlar yaratır. Büyük miktarda sermaye girişi tüketim ve yatırım harcamalarında artışa, büyüme ve enflasyon oranının yükselmesine, önemli miktarda sermaye çıkışı ise harcamaların daralmasına, büyüme ve enflasyon oranının gerilemesine yol açabilir.
Ülkenin rekabet gücünün artması, gerek cari işlemler dengesi, gerekse de bütçe dengesini olumlu yönde etkileyebilir.
Ekonominin aktörlerinin beklentilerinin olumsuzlaşması halinde, hedeflenen büyümenin gerçekleşememesi, işsizlik ve enflasyon seviyesinin beklenenin üzerine çıkmasına yol açabilir.
Ekonomide öngörülenin üzerinde bir daralma, vergi gelirlerinin beklenenin altında kalmasına yol açarak, bütçe açığının ve borçlanma ihtiyacının artmasına yol açacaktır. Finansman açığının büyümesi ise reel faizleri yukarı itici bir baskı oluşturacaktır.
Beklenenin üzerinde aşırı büyüme ise, ilk etapta vergi gelirlerini olumlu yönde etkilese de, enflasyonist baskının artmasına neden olmasından dolayı, orta vadeli beklentileri olumsuz yönde etkileyecektir.
Bu arada, ham petrol fiyatlarının yükselmesi gibi global dengesizliklerin dışı açık bir ekonomide yaratacağı olumsuz etkiler göz ardı edilmemelidir.
Cari İşlemler Açığı'nın beklenenden fazla olması halinde, bu açığın yaratacağı belirsizlik ve tedirginlik bono faizlerinin yukarı yönde hareket etmesine yol açar. Eğer, cari işlemler açığındaki sapmanın yaşandığı dönemde, ülke ekonomisi aynı zamanda dış borçlanmada da zorluk çekiyor ise, bu durumda cari işlemler açığının finansmanı iç borçlanma yoluyla bulunacak kaynak ile finanse edilecek etmektir ki; bu durumda iç borçlanma maliyetleri bir kat daha artacaktır.
Net sermaye girişi olmaması halinde, cari işlemler açığının büyümesi döviz rezervlerinde daha yüksek bir erimeye yol açacaktır.
Fiyat istikrarı korunamıyor ise, yerel para hızla değer yitiriyor ise, yabancı para talebi ve tüketim harcamaları artış eğilimi gösterir.
Kısa vadeli dış borçların döviz rezervleri aleyhine artış eğilimi göstermesi, ekonominin aktörlerinin beklentilerini olumsuz yönde etkiler.
Maliye Politikası'nın başarısı makro dengeleri tesis etmek açısından önemlidir. Bütçe açığının büyümesinin engellenememesi halinde, kamu kesimi borçlanma gereğinin artması, sonraki yıllardaki bütçe gerçekleşme beklentilerini de olumsuz yönde etkiler.
Enflasyon ve büyüme hedeflerindeki olası sapmaların bütçe büyüklükleri üzerindeki etkileri göz ardı edilmemelidir.
Bütçe performansı açısından gelir hedefinin yakalanması, harcama disiplini kadar önemlidir. Büyüme hızının beklenenin altında gerçekleşmesi veya bir ekonomik kriz sonrasında şirket karlarının ve tüketim harcamalarının azalması nedeniyle bütçe gelirlerinde olası sapmalar, bütçe harcamaları disiplini için ek önlemleri gündeme getirebilir. Aksi taktirde, bütçe açığı hedefi sapma gösterecektir.

4.7 Ekonomi Politikalarının Belirlenme Mekanizması

Genellikle toplam talebi değiştirme açısından maliye politikasının para politikasından daha etkili olduğu kabul edilmektedir. Çünkü para politikasının toplam harcamaları etkilemesi, ancak yatırımlar yoluyla, yani dolaylı biçimde olmaktadır. Oysa maliye politikasında bu etkiler dolaysızdır. O bakımdan bazı durumlarda para politikasının dış denge, maliye politikasının da iç denge amacıyla kullanılması daha uygun olabilir.

4.8 Enflasyonist Ortamda Para Ve Maliye Politikası Uygulamaları

Enflasyonun kontrol altına alınmasında para-maliye politikası tartışması gündeme gelmektedir. Keynesciler enflasyonun kontrol altına alınması için para politikasının tek başına yeterli olamayacağını, daraltıcı maliye politikasının da gerekli olduğunu savunurlar. Monetaristler ise daraltıcı maliye politikasıyla dar para politikasının aynı anlama geldiğini ileri sürerek önce parasal genişlemenin durdurulması yönünde bir politik iradenin oluşturulması gerektiğini söylerler. Monetaristler, hükümetlerin bilerek ve isteyerek kamu kesiminin ekonomide ağırlığını yükselttiklerini ve bu yüzden enflasyonla mücadelede başarısız olduklarını savunurken, Keynesciler maliye politikaları kamu açıklarını daraltma amacına yönelmediğinden, enflasyondan çıkılamadığını söylüyorlar.

Dünyada günümüze kadar uygulanmış en yaygın iki enflasyonla mücadele programı modeli, Ortodoks ve Heterodoks anti-enflasyonist program modelleridir

Devam Edilecektir.

Hiç yorum yok:
Write yorum

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.